Ben üzgündüm.

Ama onlara "yorgunum" dedim.(*)

Evini özleyenler, evini arayanlar, yolunu bulamayan, yoldan çıkanlar, o'nu arayanlar, o'na kavuşanlar, o'nunla konuşanlar, iyi insan olmak isteyenler, iyi insan olmaktan yorulanlar kötü olmayı beceremeyenler, bulutların ötesini merak edenler, neşesini yitirenler, ninnisini kaybedenler ve elbette bir çocuğun gülüşüne konmak isteyenler… Nasılsınız? Nasıl geçiyor günleriniz, nasıl dayanıyorsunuz fırtınalara hala batmadıysa kayığınız?

İnsanların yaşadığı trajedileri 'şükür maskemizin' ardından izleyerek ruhumuza tıkıştırmanın yanında, neyle meşgul ediyorsunuz zihinlerinizi?

“Akıllı olup dünyanın kahrını çekeceğimize, delirelim dünya bizim sefamızı sürsün” deyip deliliğe vuranlardan mısınız?

Kaçış edebiyatı da denilen fantastik dünyaya sığınanlardan mı?

Pandeminin ilk zamanlarında eline geçirdiği ipi şişe takıp metrelerce atkı/kazak örenler, poğaça börek yapmaktan fırın işletme deneyimi kazananlar mesela; saklandığınız kovuk, kendinize yarattığınız sanal mağara nasıl bi şey bu aralar?

Ağaç kovuğu da olsa var hepimizin tıkıştığı/sığıştığı bir yer. Bağ bahçe sahibiyseniz, ot yolup çiçek dikip ağaç suluyorsanız…  Sere serpe uzanacak bir kumsaldaysanız neyse de evde ne yapıyorsunuz rutinlerinizin dışında?’ Sabır’la ‘şükür’ arasında salınan hayatlarımızda içinizi şişiren, göğsünüze öküz oturtan haberlerden nasıl uzaklaşıyorsunuz birkaç saatliğine de olsa?

*

Yazık ki tarihi not almamış, notu yazmışım sadece.

Hollanda Başbakanı "Yanlış bir filmin içine düştüm. Daha önce hiç böyle bir şey yaşamamıştım." diye demeç vermiş...

Haberi okuyan bir Türk de Twitter'da şunu yazmış: "Hey yavrum hey, biz 14. sezondayız"--

Bu nottan sonra kaç sezon geçti daha kimbilir, hala finale gelemedik, sonu bulamadık; sonu bulabilecek miyiz, ömrümüz yetecek mi görmeye, o da meçhul…

Belki bu yüzden, çivi çiviyi söker misali, içimdeki gerilimi gerilim/polisiye dizilerle yatıştırıyorumdur. Her dizide cinayet mahallini gözleyip ‘kusursuz cinayet yoktur’ dedektiflerinin iz sürüşlerini, eninde sonunda suçluyu bulup ‘oh be’ dedirtişlerini…

Edebiyatın her türüne öyle ya da böyle, az ya da çok dalıp çıkmış ama gerilim/korku/polisiye kitaplarından uzak durmuş ben, son 3 aydır her gece sızıncaya kadar gerilim/cinayet dizisi izliyorum mesela tımarhaneye dönmüş ülkeden kaçmak için… Üç haftada 8 sezonluk, her sezonu 19-20 bölüm olan Blacklist’i devirmiş bulunuyorum mesela… Memleket entrikalarından, sonu hep mutlu olmasa bile eninde sonunda nihayet bulan cinayet/kaos/entrika izleyerek uzaklaşıyorum. Geçici uyuşma hali…

Tam kendime ‘manyak mısın nesin kızım, her gece her gece yüreğin ağzında, ver heyecanı, ver gerilimi, deliriyor musun’ diye kendimden hafiften tırsmaya doğru giderken, bianet’te mayıs ayından bir yazı yetişti imdadıma, hem de İzmirli bir hemcinsimden.   Gerçi o ezelden polisiyeciymiş,  benim gibi sonradan bulaşmamış cinayet izleyicisi olmaya ama yazdıklarıyla içime sular serpildi. Hiç değilse henüz delirmediğime dair…

“Bir ara başka türde kitaplar okurken dahi ‘sevgiliye kavuşma arzusu muadili bir aşkla’ elimdeki kitap biter bitmez yeni bir polisiye romana başlama arzusu taşıdığımı fark edince “yav niye bu kadar çok polisiye okuyorum/izliyorum ben?” diye sordum kendi kendime. Bu soruya yanıt bulabilmek için de okudum yani eser miktarda. Zilyon çeşit açıklaması var bunun, inanmayacaksınız ama akademik düzeyde bile çalışılmış konu. Kafama yatan bir açıklama şöyle: Kaygı düzeyi yüksek insanların polisiyeye meyli var çünkü “bir suç işlendiğinde, o suçun failinin muhakkak bulunacağına ve cezasını çekeceğine dair” anlatılar, “hayatın adil olmadığı” fikrine ve bunun yol açtığı kaygıya iyi geliyor. Bana göre sağlam bir argüman bu, dedektif/polisiye romanı aslında bir mutlu son diyarıdır çünkü. Suçlu daima yakalanır. Adalet daima yerini bulur. Hatta yanılmıyorsam “düzen restorasyonu” gibi afili bir adı da vardı bu durumun. Kısacası bu tür, temelde “yatıştırıcı”, kaygılarımızı giderici bir tür.”

Yalnız olmadığı anlatan bu yazıyla yatıştım neyse ki. Buzlar ülkesi Fillandiya’da geçen, kasvetli havada ağır ağır ilerlerken yüreğimi ağzıma getiren Deadwind dizisine devam! Sırada Unforgotten var.

*

Gece el ayak çekilip de ‘kurt kadın’a dönüşmeden önce, gündüz ‘normal’ zamanlarımda en az bir bölüm izlediğim ‘harabeden şahaneye, Kumsal evleri, Meksika evleri, Emlakçı Kardeşler, Ya yap ya sat, Ada evleri’ gibi bin türlü adla DMAX kanalında arzı endam eden tadilat/dekorasyon programları müptelalığım da var bu aralar. (Favorim Chip ve Joanna çiftinin sunduğu Hayalimdeki Ev bu arada.)

Yıkık dökük, modası geçmiş, ahı gidip vahı kalmış evlerin, usta ellerde nasıl muhteşem bir yuvaya, birer malikaneye dönüştüklerini seyretmelere niye doyamadığım da başka bir zamana, başka bir yazıya kalsın ki, Murat Attila’nın ‘yazı yazmazsan’ diye başlayan tehditlerine göğüs gerecek bir malzemem olsun elimde… Hele ki siz de tımarhaneye dönmüş ülkeden birkaç saatliğine de olsa ‘nasıl, hangi yöntemlerle kaçtığınızı/uzaklaştığınızı’ yazarsanız bana, tadından yenmez işte o zaman…

“Yormak istemiyorum artık kimseyi, yorgunum zira…

Kelimeleri yan yana getiresim yok kendimi anlatmak için.

Yeni bir alfabe arıyorum konuşabilmek için…

Hiç söylenmemiş sözler duymaya ve yeniden cümleler kurmaya ihtiyacım var.

Yetmiyor bildiklerim…” (***)

*

(*) Küçük Prens, Antoine De Saint-Exupéry

( **)Polisiyenin “kadın amirleri”/Aygün Atilla,bianet (Mayıs ayından bu yana bianet’te yazmaya başladığını keşfettiğim Aygün Atilla’yı sizin de keşfetmenizi dilerim, pişman olmayacağını umarak…)

(***) Kaynağında Can Yücel olarak geçse de emin olamadım, Yücel’e atfedilen ama ona ait olmayan o kadar çok dize var ki… Bu da öyleyse, affola…