Yıl 1980. Aralık ayının on üçü. Soğuk, kara kış ve kar beyazı isyan günleri. Ve boynunda ilmek, elleri arkadan bağlı. İlk gençliğinde henüz. Denizlerden miras kavgası, göğsünün kafesinde bir dünya cesaret, bir ömürlük isyan. Ankara ayazdır mevsiminde, üşütür en sıcak günlerini insan ömrünün. Sehpada sesi gür, başı dik gençten biri. Nasıl da yanıltıyor diz çöküp, sinmesini, aman dilemesini bekleyenleri. Korkuyu ve pişmanlık duymayı kendilerinden bilen cellatların tüm suçlarını yüzlerine vuruyor. Ölümle sınanmış bir kavganın, tarihsel haklılığın, alacaklı olunan yaşamın verdiği bir cesaretle eşitlik ve özgürlük günlerine olan sarsılmaz bir inancı harmanlıyor çocuk yüreği Erdal’ın. Yüzlerce yıl kader diye biçilmiş diz çökmeyenlerin yaşamlarına ölüm. Ölüm Pir Sultan’dan bu yana izini sürmüş haklı isyanların ve büyük düşlerin. Ölümün yanı başında bir gökçe fidan*. Saat gecenin karanlığı. Kentin boş sokaklarında zaman durmuş. Ölüm bir kez daha kaybetmeyi öğreniyor tarihin akışını değiştirecek olanlardan. 

İki gün sonra on yedi yaşındaki Erdal Eren’in yaşının büyütülerek idam edilişinin üzerinden tam otuz dokuz yıl geçmiş olacak. Yönetenlerin tarihsel öfkesi, kendi kanunlarını dahi hiçe saymak için yeterli bir sebep elbette. Bu yüzden on yedi yaşındaki bir çocuğun umudundan da, inancından da kendilerini sakınırlar. Mahkemeler tertiplenir, kanunlar, yasalar ayaklar altına alınır. Saltanat sürsün, sırça köşklere zeval gelmesin diye. Etrafı kalın duvarlarla örülü zindanlara konur, işkenceden geçirilir baş eğmeyenler. On yedi yaşındaki bir gencin son nefesi hürriyet olur yine de. Son nefesinde kendisinden sonraki zamanın boşluğuna emanet edeceği büyük umutları haykırır gecenin karanlığını yırtan sesi Erdal’ın. O gün bir ömrü yaşamdan koparanlar bugün neredeyse tek başlarına çekip gittiler bu yaşamdan. Lanetle anılıyorlar hala Erdal’ın adına şarkılar yapılırken. 

Nazım Tanya’yı anlattığı bir şiirinde sanki Erdal’dan da bahsediyor gibidir. Bu vesileyle hatırlamış olalım. 

“seni astılar memleketini sevdiğin için
ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim
ama ben yaşıyorum
ama sen öldün
sen çoktan dünyada yoksun
zaten ne kadar az kaldın orada
on sekiz senecik...
doyamadın güneşin sıcaklığına bile...”  

Tanya’nın Alman işgali altındaki topraklardaki hikâyesi Anadolu’da bir halkın da aklına kazınmıştır. İki çift söz ve bir şiir ile. Hikâyesi birbirine benzeyen çocukları var halkların. İsyanları, baş eğmeyen öyküleri... Her biri tarihe not düşülüyor. Bugün Şili’de meydanları dolduran insanların, Bolivya’da darbeye direnen halkların ve dünyanın başkaca yerlerindeki büyük insanlığın hikâyesi, tarihin en temiz sayfalarında yerini alıyor kendinden öncekiler gibi. Şilili kadınların o dansı tüm dünyaya yayılıyor dalga dalga, kız kardeşlerinin her birinin ellerinden tutarak. Paris’te geceyi aydınlatıyor, İstanbul’da polis barikatlarıyla karşılanıyor. 

Cezaevi avlularında gencecik bedenlerin yaşamları çalınan bir ülkenin şimdiki zamanlarında, sokaklarda kadınlar ardı ardına öldürülüyor. Çürümenin dayanılmazlığı katlanılmaz kılıyor yaşamı. Ölüme alkış tutanların acınası halleri karşısında isyanımız ve yarına dair umudumuz büyüyor. Umudu zorunlu kılıyor çalınan her ömrün zamansız ayrılığı. Kaybettiklerimizin ardından güzel günlerin düşlerini daha kalabalık kuruyoruz artık. Asırlık hikâyelerimiz var, bir an olsun baş eğmemiş. Ölümün bir kez daha kaybedeceği, yarının umut dolu günlerine dair. 

Ve Erdal Eren hala 17 yaşında. O muzaffer günleri müjdeliyor yeryüzüne.

Son sözü de yine Nazım’ın şiirinde Tanya söylüyor. Sözü bizim de sözümüz olsun.

“Biz iki yüz milyonuz

İki yüz milyon asılır mı?

Gidebilirim ben

Ama bizimkiler gelecekler

Teslim olun, vakit varken." 

*Gökçe Fidan. Abdülkadir Konuk’un Erdal Eren’i anlattığı Evrensel Basım Yayın tarafından basılmış olan kitap