Çocukluğum 80’ler, ilk gençliğim 90’larda geçti. Bizim siyah küçük ekranlarımız yoktu. Sokağa çıkar, parkta çimlerde oynar, ellerimizle bir şeyler yapar, evdeki eski eşyalardan oyunlar kurardık. Kâğıt ve kalem de bundan nasibini fazlasıyla alırdı. Düşünüyorum da çizdiğim elbise modellerinden tutun da özendiğim radyo programlarından esinlendiğim program akışlarına kadar bir sürü şeyin yazılı olduğu birçok kâğıt biriktirmiştim. Yazık ki bugüne gelemedi onların hiçbiri. Ama bugüne kalan başka şeyler var.

Bugünkü çocuklar günlük tutuyor mu bilmiyorum ama benim o dönemlere tanıklık etmiş defterlerim var. Önce o günlüğe ad vererek başladığım, sonra o adı unutup yazmaya devam ettiğim sayfalarca yazı, karalama, olay, sahne… Her şey çok güzel giderken üniversite sınavlarının telaşında ara vermiştim günlerimi yazmaya, sonra da üniversiteyle gelen yeni yaşamın ardından günlüklere neredeyse tamamen veda etmiştim. Yazdıklarım başka bir yöne evrilmeye başlamıştı.

30’lu yaşlarımın başında, pek çok kadında olduğu gibi gerçek kendini bulma telaşındayken, ben çocukluğumdan başlamış, sanki bir iz arar gibi o dönemlerde yazdıklarımın peşine düşmüştüm. Birçoğunu bugün hatırlamadığım olaylar satırlara dökülmüş, o günün gündeminde mühim olan kişiler bugünün tarihinde zor hatırlanır olmuştu.

O zamanlardaki kendimle karşılaşmak ise çok keyifliydi. Henüz büyümemiş o çocuk sayfalar arasında duruyor, tüm sevinçleri, hayalleri ve kırgınlıklarıyla bugüne el sallıyordu. Günlüklerin bu tanıklık mevzusuna başka bir yazıda gireriz ama o yazılanlarda genellikle gördüğüm ortak bir yön vardı.

Bir sorun, bir konu veya öylesine bir can sıkıntısıyla oturuyordum defterin başına. Sıradan bir günü anlatmıyorsam eğer; bazen çok yoğun duygular yaşadığımdan dertleşmek için, bazen de epey ara verdiğimi düşünerek “günlüğüm üzülmesin” diye yazmış olmak için yazıyordum. Ortak yönü, özellikle can sıkıntısı veya yoğun bir duyguyla belki biraz üzüntü veya kızgınlık ile yazdığım yazılarda görmüştüm. Hiddetle veya umutsuzlukla başlayan yazı, yazdıkça şekil değiştiriyor, en sonunda ya kendimi yüreklendiren bir sese ya da hayallerimin sesine bürünüyordu. Yani yazmaya oturan dertli çocuk yazdıktan sonra oyuna geri dönüyordu.

Peki, o arada ne oluyordu?

Selçuk Erez ve Yeşim Erez, Yaratıcılık – Aklımızın Sınırlarını Aşmak adlı İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan ve yaratıcılığı kapsamlı bir biçimde, uluslararası araştırmalarla birlikte ele alan kitaplarında yaratıcılığın pek çok ruhsal rahatsızlığa belli oranlarda iyi geldiğinden ve yazmak eyleminin de dışavurumcu bir yaratıcılık olduğundan bahseder. Rahatsızlık durumunda iyi gelen bir eylemin rahatsızlık olmadığında da kişiye kendini daha iyi hissettirdiğini ve kişiye psikolojik açıdan mutluluk ve doygunluk verdiğini söyler.

Tabii bunun zihinde nasıl işlediğine de bakmak lazım. Araştırmalar insanın travmatik, can sıkıcı veya üzücü bir olayı anlattığında o olayı aklında düzenlediğini ve onu daha az rahatsız eden bir anıya çevirdiğini söylüyor. Yani kişinin yazarak sıkıntısından bir nebze özgürleştiği iddiası araştırmalarla destekleniyor.

Ayrıca öyle güzel bir not var ki kitapta öyküler yazmanın akıl sağlığının iyi şekilde sürdürülmesini sağladığını söylüyor. Birçok yazarın yazma ve yaratma tutkusunun altında yatan haz belki de böyle böyle kendini besliyor.

30’lu yaşlarımda günlüklerimdeki çocukla karşılaşmak gülümsetmişti beni. Kendimi iyileştirme yeteneğime hayran kalmıştım. Çocuk olmanın güzelliği ve büyüsü bu olmalı belki diye düşünmüştüm okurken… Belki de farkında olmadan yazının iyileştirici gücü hayatıma sızmıştı, henüz edebiyatın zehri sızmamışken…