Türkiye’deki sekülerizmin ve bununla bağlantılı seküler kesimlerin tarihine bakış attığımız yazı dizimizin ikinci kısmına hoş geldiniz.

İlk yazıda, Türkiye’de post-Kemalizm’i eleştirmiştim. Bu eleştirim, Atatürk’ün geniş kesimlere hitap etmediğini iddia etmeleriyle ilgiliydi. İlaveten çokça çevrede dillendirilen sekülerizmin Türkiye’de köklü olmama iddiasını da eleştirmiştim. Şimdi bu yazıda sekülerizmin köklerine bakabiliriz.

İlk olarak incelememizin sınırlarını çizmeliyiz. Amacımız Türkiye’nin siyasal sınırları içindeki Türklerin sekülerlik geçmişlerini açıklamak. Biz de bu nedenle, Osmanlı çağlarına bakacağız. Belki sonra, daha eskilere bakarız.

Bir önceki yazıda işaret ettiğim üzere, post-Kemalizm sekülerlerin tepeden inmeci Kemalist programın nihayeti olduğunu söyler. Buna göre Türk tarihinde bir sekülerleşme görmeyiz. Zira Türkiye, Cumhuriyet kurulurken şehirlisi, köylüsü ile kesin bir dindar ve-veya gelenekçi toplumdur. Gelenekçilik ve dindarlık harmanlanmıştır. Toplum kendi halinde olsa, sekülerleşme geçirecek alt yapıya da sahip değildir. Fakat biz biliyoruz ki, Türk tarihinin önemli bir aşaması olan Osmanlılar daha 17. asırda seküler düşünceye sahip olmaya başlamıştı. Devlet kademelerinde uygulamada bunların izleri 15. asra kadar geriye iniyordu.

Nitekim 17. yüzyılda kahvehanelerin Anadolu ve Rumeli’de yayılması, İstanbul’da kurulduğunu bildiğimiz kitap kulüpleri ve hamam eğlenceleri, başta İstanbul olmak üzere erken modern Osmanlı şehir hayatında din dışı bir alanın genişlediğini bize gösterir. Zira buralarda insanlar dini öncelikleri bir kenara bırakarak yani seküler hareket ederek kararlar verir. Bu konuda en önemli ayrıntıları da Kâtip Çelebi’de bulmak mümkündür. Onun ‘Mizanü’l Hakk, İhtilaf İçinde İtidal’ adlı eserinden anladığımız kadarıyla, dönemin Kadızadelileri ve Sivasileri arasında büyük gerginlikler vardır. Kâtip Çelebi bu iki grubu tenkit eder. Olması gerekenin, insanları kendi halinde bırakmak, gelenek olmuş şeyleri dine aykırı diye kaldırmaya çalışmamak olduğunu söyler. Devletin bunlarla uğraşmaması gerekir.

Zorlama olabilir ama bu bizi laik bir anlayışa yaklaştırmaz mı?.. Nitekim satırları detaylıca okuduğumuzda liberal düşüncenin fikir babası John Locke’un, Hoşgörü Üzerine Mektubu ile benzerlikler görmek olası. Aynı dönemde yaşamış olduklarını biliyoruz. Locke nasıl ki Batı’nın laiklik anlayışının köklerinde bulunuyorsa, Kâtip Çelebi de böyle bir şanı bizim açımızdan hak eder kuşkusuz.

Dolayısıyla Kâtip Çelebi örneğinden anladığımıza göre, canlı bir düşünsel iklim, Osmanlı şehirlerinde yani Türkiye’nin erken modern hayatında mevcuttur. En az İngiliz eliti kadar bazı düşüncelere dönemin Osmanlı düşünürleri hâkimdir. Bu düşünceler içinde de seküler fikirler yayılmakta, insanlar buna göre yaşamaktadır. Nitekim Kâtip Çelebi’nin yazdığına göre; gündelik hayatın nizamını, din kuralları başka bir şey emrediyor diyerek bozmak abestir. Bu son örnek ise hem laik devlet tasavvurunun primitif halini hem de din kurallarına aykırı yaşam imkânlarını bize göstermektedir. Böylece seküler imkânların mevcudiyetini bize anlatmaktadır. Muhakkak burada Batı Avrupa’daki gibi geniş bir şehirli kitleye yayılan aydınlanmacılık düşüncesinin, Osmanlılarda olduğunu söylemek mümkün değildir ama genel kitlede de bir sekülerlik damarı vardır.

Nitekim bu düşünceler Lale Devri’nde de yayılacaktır. Lale Devri, Levni’nin ünlü minyatürlerinden bildiğimiz üzere kadınların daha çok görünür olduğu, hatta onların birer arzu sembolü olarak da resmedilebildiği bir dönemdi. Ayrıca bize intikal eden yasaklara bakıldığında Lale Devri İstanbul’unda dini kurallara aykırı giyinen kadınlar vardı. Dönemin eleştirmenleri saray ve çevresinin Frenk âdeti olarak görülen kadınlı erkekli eğlencelerini tenkit eder. Bu iki örnek de dönemin kalıplarını yıkan, dini emirlere karşı gelen, bu karşı gelmeyi de gündelik dert ve zevkleri için yapan bir kitlenin var olduğunu gösterir. Bu da sekülerleşmenin bir başka göstergesidir.

Bu haliyle de Osmanlı toplumunda sekülerleşmenin 17 ve de 18. asırda var olduğu söylenebilir. Toplumun çeşitli kesimlerinin, klasik Sünni öğretiye aykırı gelişmelerin içinde bulunduğuna kuşku yoktur.

Gelecek yazıdaysa, 19. yüzyılda belirginleşen iki ayrı toplumsal kesime değineceğiz. Tarihin uzun serüveninde sekülerleşmenin izlerine, Cumhuriyete kalan mirasa yakından bakacağız. Kesimlerin tarikatlar üzerinden adını koymaya çalışacağız.