Bu yazıyı 26 Ağustos sabahı yazmaya başlıyorum. Siz ise muhtemelen 9 Eylül’ün ayak seslerinin duyulduğu günlerde okuyacaksınız.

Sabah kalktığımda adetim, sosyal medyaya bakmamaktır. En güzeli geleceği, bilhassa ileriki saatlerde olabilecekleri düşünmektir. Ve lakin bazen adetler bozulur. Bu sefer ben de sosyal medyaya baktım. Fakat “rutin bozulunca bazen iyidir demek ki” dedim sonunda. Zira İzmir’de bulunan Rotary Federasyonunun, tam adı ile Rotary 2440. Bölge Federasyonu’nun Instagram’daki hesabında bir görsel gördüm. Görsel, 26 Ağustos’un Malazgirt Zaferinin yıldönümü olduğunu hatırlatıyor ve kutluyordu. Akabinde ikinci bir görsel ile Atatürk’ü ve Büyük Taarruzun başlamasını anıyordu.

Elbette çokça kurum tarafından gün boyunca benzer paylaşımlar yapıldı ve bizler 9 Eylül ile nihai anlamını bulan Büyük Taarruzu ve genel olarak Kurtuluş Savaşını andık. Bu savaşları, Malazgirt Zaferi ile başlayan upuzun bir serüven içinde idrak etmeye gayret gösterdik.

Peki genel olarak Kurtuluş Savaşı’nın nihayeti bize ne anlatmaktadır. Bu savaşı bizler bugün ne olarak anmalıyız? 9 Eylül; bir barış devrinin başlangıcı mı yoksa büyük bir askeri zafer olarak mı anılmalıdır.

9 Eylül ile olan şey; bazılarına göre barış devrinin başlamasıdır. Diğer bazılarına göre ise barış devri demek askeri başarıyı küçültür, olan acıları unutturmaya başlayabilir. Olanın savaş olduğunu, kazanılanın savaş olduğunu ve o günün büyük bir mücadele ile geldiğini vurgulamak daha iyidir.

Peki bu meseleye nasıl yaklaşmak gerek; 9 Eylül bir barış dönemini mi açıyor yoksa bir savaş zaferi olarak tarihteki taçlı yerini mi alıyor.

Muhakkak 9 Eylül büyük bir askeri zaferin, topyekûn bir savaşın sonucunda gelen bir kutlu günün adıdır. Fakat aynı zamanda gelen bir barış devridir. Nitekim 9 Eylül’ün barışı getirdiği ve bunun önemi Atatürk’e bakılarak anlaşılabilir.

Atatürk bir akademisyen büyüğümüzün hatırlattığı üzere 9 Eylül sonrası düşmanın son kalıntılarının Çeşme’den sürüldüğünün yerinde tespiti için Çeşme’ye gelince mealen şu tespiti yapar; “çok kan aktı ve artık yeter”

Atatürk’ün İzmir’e girince Yunan bayrağını çiğnenememesi, Anzaklara Çanakkale’de davranışı ve benzeri çoğu örnek, Atatürk’ün savaşlara ve barışa olan bakışını gösteriyor kuşkusuz. Bu örnekler bize Atatürk’ün bir barışsever olduğunu anlatıyor. Atatürk esas olanın barış olmasını istiyor. Zaten bu nedenle değil mi en güzel sözü; “yurtta sulh cihanda sulh”

Aslında Atatürk’ün bu yaklaşımı onu, savaşın acımasız yüzünü ilk elden gören diğer büyük komutanlarla aynı yere koymaktadır. Savaşı yaşayan savaşı istemez. İlaveten Atatürk’ün bildiği bir gerçek vardır; ülkenin kaynakları tükenmiş, üretim gücü çökmüş ve neredeyse iki nesil durmadan savaşmıştır. Bu halde savaşın adı artık kalkmalıdır. Zira savaşacak güç de yoktur.

Evet Atatürk’ü ilkeleri de kendisini savaştan uzak tutmaktadır. Ama bunun yanında barış bir gerekliliktir. Nitekim Türkiye iki ana ilke üzerine yani Wilson Prensipleri ve egemen devletlerin bütünlüğü ilkeleri üzerine günümüzde yükselmiştir. Bu ikinci ilke ise Atatürk’ün henüz gelişmekte olan modern dünya devletler sisteminde hararetle savunmuş olduğu ilkedir. Sadabat Paktı ve diğer anlaşmalar, Batı ile temas, hep bu zaviyedendir. Atatürk bu diplomatik manevralar ile Türkiye’nin egemenlik haklarının, dünya ile ortak bir sistem içinde yer bulmasını sağlamıştır. Bu ilkelerle yürüyen diplomasi bizleri çokça badireden kurtarmıştır.

Şimdi bizler 21. yy’ın sarsıntılı günlerini yaşıyoruz. Yanı başımızda Yunanistan kendilerine yıkım getirmiş olan Megali İdea için anıt dikiyor ve buradan bize nazire yapmaya çalışıyor. Yine benzer şekilde Ukrayna’da ve Suriye’de savaş kan akıtıyor, coğrafyalar kaynıyor. Peki bizler ne yapacağız?

Bu berbat ortamda Atatürk’ün yolu yine bizi düzlüğe çıkaramaz mı acaba? Belki de en iyisi barış diye bağırmaktır. Türkiye’nin yapması gereken üretim kaynakları tükenmiş halden refah ülkesi olmaya adım adım koşması ve barış tesis eden ülke rolüne geri dönmesidir. Nihayetinde ülke bir fiil savaş tehdidi altında değilken savaşmak Atamızın dediği gibi cinayettir. Türkiye’nin bu şartlar altında misyonu da güçlü askeri kapasitesini destekleyecek ekonomik yapısını yani üretim ekonomisi vasfını tekrar kazanması ve barışı tesis eden ülke olmak için çabalamasıdır.