Eski uygarlıklar, akılcı tavır sergileme öncesinde, dünyanın kökenini ve doğasını açıklamaya çalışırken genellikle tanrılara ve yarattıkları efsanelere başvururlardı. Bu yüzden deprem gibi doğa olaylarını tanrılarının birer eylemi olarak görürlerdi. 

Antik çağın insanları, yaşamın acı ve ölümün kaçınılmaz olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorundaydı. Bu dönemin insanları, din, törenler ve felsefi düşünce aracılığıyla bu zorluklarla baş etmeye çalıştılar. Her insanın hayatı, acı ve ölümle başa çıkmak için kendi yolunu bulurdu.

Eskiden insanlar ölen yakınlarının ardından bütün acısını gözyaşlarıyla, gözyaşı şişelerinin içine dökerlerdi. Sonra bu şişeler, bir tür vefa ritüeli olarak ölüyle birlikte gömülürdü. 

Smyrnalılar binlerce yıl önce acıyı, matemi gözyaşlarını saklayıp, engelleri aşarak onlar ile geleceği ilmik ilmik ördüler. Yaslarını nasıl sağalttıklarını gözyaşı şişeleriyle anlattılar. Her biri İzmir’in Antik Çağı’nın hatıra defterleridir. Sadece her insan okuyamaz bu tuzla yazılanları, okunduğunda anlaşılacaktır ki şişede izi kalmaz ise yürekte izi kalır o trajedilerin.

M.S. 17 yılında, bilinen ilk büyük depremde evladını yitiren annenin ıstırabı da yine bu şişelerde saklıdır. Kim bilir, 177 yılında şehir yine deprem sonucu yerle bir olunca bir kadının ölen kocasının yasına o şişelerde dönüşmüştür. Birçok ipucu İzmir'in depremselliğinin 2 bin 500 yıllık kayıtlarını bize sunuyor.  

Milattan sonra 551 yılına ait bir yazıtta, dönemin İzmir valisinin kenti deprem sonrası yaptığı desteklerle yeniden ayağa kaldırılmasını anlatıyor.

Sadece tarihi yazıtlar, gözyaşı şişeleri değil ünlü düşünür ve hatip Aristides’in İzmir’in yerle bir olmasının ardından kentin güneşinin soldurduğunu belirterek Roma İmparatoru Marcus Aurelius’a yazdığı mektup da acıların izlerini taşır:

“İmparator Marcus Aurelius; 

Smyrna’ya geldiğiniz günü hatırlayın, kent içinde döndüğünüz her köşede aklınızda bir şey kalmadı mı? 

İmparatorluğun en sakin köşesini görmekten mutluluk içindeydiniz. Smyrna’dan ayrılışınızdan beri, kentin anılarının belleğinize sık sık gelmesini önleyebildiniz mi? 

Bu kent diğer kentlere örnek olsun diye yapılmıştır. Onunla gurur duymak için ne ünlü bir ozan ne kent sakini olmaya ne de yapmacık nedenlere ihtiyaç yok. Çünkü o, deniz kıyısında güzel bir çiçek gibi yayılır. 

Kaleden doğu tarafına bakılınca kenti koruyan tanrıçanın en güzel tapınağı ardından da birbirinden güzel spor alanları, tiyatrolar, pazar yerleri sıralanır. O kadar çok hamam vardır ki kentin ortası ve çevresi o kadar doğal ve güzel gezinti yerleriyle doludur ki, güzel olan belirli mahalleleri değil, şehrin birbiriyle uyumlu olan tüm yerleşimleridir. 

Birçok şehirde sokakların ancak biri güneş görebilirken Smyrna sokakları güneşin her yeri aydınlatması için dörderli gruplar halindedir. Üzerinde pazar kurulacak kadar geniştir. Evlerde akan çeşmeleri, batıdan doğuya uzanan tapınakları sayamazsınız bile. Meles Çayı’nı geçince Neptün kırlarına gelmiş olursunuz. Burası kenti yaratan bir varlığa benzer.

Deniz kıyıdan, Neptün karadan kenti süsler. Deniz kabuklarıyla dolu tuzlu toprak ve kırdaki girintilerden oluşan Neptün, dalgaların bir zamanlar buraya kadar geldiğinin izleridir. 

Dünya’nın güzelliğe örnek teşkil eden bu kenti, görülebilecek en korkunç manzaraya dönüşmüş şimdi. Asya’nın neşesi, imparatorluğun süsü Smyrna bugüne kadar duyulmamış bir talihsizlikle yok oldu. Ama tanrılar onun için gerekli mutluluğun işareti olarak bu kente bir olanak sağladılar; o sizsiniz. Büyüklüğünüze yaraşır bir yardımı bu kente yapın. Batı rüzgârları ıssız topraklarda esiyor artık...”

İmparator Marcus bu mektuptan çok etkilenir. 

Kent yeniden inşa edilir. 

Ölümün kaçınılmazlığını kabullenmek, yaşamın değerini daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir, sevdiklerimizin değerini bilmemizi sağlayabilir. Ya bu ölümlerin bir daha yaşanmaması için neler yapılabilir?

Bir zamanlar insanoğlunun bir damla gözyaşı bile ne kadar kıymetliymiş. 30 Ekim İzmir depreminde ne kadar çok insanımızı yitirdik. Peki biz hangi hafızayı, hangi belleği canlı tutuyoruz?

Hep unutmak istiyoruz. Yas tutamıyoruz. Çünkü yas tutma becerimiz yok. Yaşadıklarımızdan ders çıkarma becerimiz de yok. Kent belleğine de işte bu yüzden sahip çıkamıyoruz. 

Ne yas tutabiliyoruz. Ne de deprem ülkesinde yaşamamıza rağmen önlem alabiliyoruz.

Bugün 30 Ekim, 117 canımızı yitirdiğimiz depremin 3. yılı. 

30 Ekim 2020’de televizyon stüdyosunda depreme yakalandığımda işyerimizin 500 metre ilerisinde, Rıza Bey apartmanı çökmüştü. Diren’in annesi Nilay Hanım, kızının çıkması için elinde kızının oyuncak bebeğiyle dört gün boyunca enkaz başında beklemiş, gözyaşını sımsıkı tuttuğu bebeğinin üzerine akıtmıştı. Sonra Çorum’a gittiğinde, o bebekle gömülmüştü Diren...

Yas tutmayı bilmeyen hafızasına da sahip çıkamaz. Kentimizde yaşanan o depremin yas anıtı, devasa bir simgesi neden yok?

 Peki, 3 bin yıl önce yer sarsıldığında tanrıların takdiri dedik. Şimdi neden hala deprem olduğunda sevdiklerimizin tabutuna sarılıp "Allah'ın takdiri" diyoruz... 

Neden?