Pandemi dönemi hepimizi derinden etkilerken bazı kavramları da yeniden sorgulamamıza vesile oldu. Bu süreçte farkında olsak da olmasak da hepimizin ilk olarak yüzleştiği kavram ölümdü. Ölümü bilmiyor değildik. Ancak söz konusu olan kendi ölümümüz olduğunda iş değişiyordu.

Başkasının ölümüyle karşılaştığımızda ölümlülüğümüzü hatırlıyorduk. Hayatın ne kadar yaşarsak yaşayalım kısa olduğuna, yarının olmayabileceğine ve elimizde sadece bu anın varlığına dair sözler sarf ediyorduk. Bu sözler bizi o an için teselli de ediyordu. Ölümlülüğü görmüş, onun bizi de bir gün ziyaret edeceğini anlamış oluyorduk. Geçen birkaç gün veya birkaç hafta sonundaysa hayat bizi kendi olağan temposunun içine çekiyordu. Yapılması gereken işler, yetişilecek yerler derken insan yarın yokmuş gibiden ziyade “bugün yokmuş gibi” yaşamaya devam ediyordu. Bugünü, yarının planları üzerine kuruyordu. Yarın yapılacaklar yapıldıktan sonra ulaşılacak daha iyi günleri hayal ediyordu insan.

Kaçtıklarımız için hep bir yarın vardır nasıl olsa, değil mi?

Ve insan bir sonraki ölümle karşılaşıncaya kadar ölümünü gene unutuyordu işte.

Tolstoy, İvan İlyiç’in Ölümü adlı uzun öyküsünde, iyi yaşayan, mevki sahibi, zengin ve saygın bir yargıca hayat verir. İvan İlyiç ideal niteliklerde bir adamdır. “Ne ağabeyi gibi soğuk ve titiz ne de küçük kardeşi gibi delidolu”dur. “Yetenekli, neşeli, iyi kalpli ve insanlara yakın” bir adamdır. Kadınlarla ilişkileri iyidir. Şehvet ve şöhrete de kapılmıştır. Eğlenmesini bilir. Gençliğinin dinamikliğine nezaketi ve zekâsı da eklenince memuriyetinde ilerlemesi de mümkün olmuştur. Bir gün “bulunduğu çevrenin en çekici, zeki ve parlak” kızıyla tanışır. Bu kız İvan İlyiç’e âşık olmuştur ve az ileride karısı olacaktır. İvan İlyiç’in evlenmek için özel bir isteği ve planı bulunmamasına rağmen bir isteksizliği de yoktur. Karşısında ona âşık, asil bir aileden, çirkin olmayan, biraz da varlıklı biri vardır. Daha iyi seçeneklerin karşısına çıkabileceğini bilir ama bunun da epey makul olduğu kararına varır ve sorar:

“Gerçekten, neden evlenmeyeyim?”

Başta keyifli giden birliktelikte karısının hamile kalmasıyla birtakım problemler çıkar. İvan İlyiç evliliğin öyle basit bir şey olmadığını anlar. Bundan sonrası bizim kısaca “hayat” dediğimiz şekilde geçer. Sonsuza kadar mutlu yaşamazlar. Hayatın gerekliliklerini yerine getirirler. Hikâyeyi İvan İlyiç’in gözünden takip ettiğimiz için onun kendi özel alanına duyduğu özlemi ve o alanı yaratmak için çabasını görürüz.

Ve gün gelir, İvan İlyiç hastalanır. Hastalığı devam ederken bir gün aynada kendi çöküşüyle karşılaşır. Karşılaştığı şey gelmekte olan ölümdür, kendi ölümüdür. Bunun farkına varmak İvan İlyiç’i daha da yıkar. Çünkü yaşantısı gözünün önünden geçmektedir ve o her şeyi gerektiği gibi yaşayan biri olarak, güzel ve sorunsuz bir hayat yaşıyor gibi gözükmesine rağmen gerçekten mutlu bir yaşam sürüp sürmediğini sorgular. Gerçek sevinç ve mutluluğu yaşadığı anları hatırlamaya çalışır.

Yaşamak ister İvan İlyiç, daha önceki gibi yaşamak, acı çekmeden, önceki gibi iyi ve tatlı yaşamak. Ancak ölüm döşeğinde ölümü beklerken baktığı yerden, geçmişte iyi ve tatlı görünen olayların ona o kadar iyi ve tatlı görünmediği açıktır. Beklenmedik bir evlilik ve ardından gelişen olaylar onu günbegün mutsuz bir hayata sürüklemiştir. Ölüm bu kadar yakınındayken iyi yaşadım diyebilecek midir?

Pandeminin ilk hafta ve aylarında en başta da söylediğim gibi hepimiz en temel korkumuz olan ölümle yüzleştik. Dışarıda bir virüs vardı, bizi öldürebilirdi. Kimi bu virüsü inkâr ederek baş etti o korkusuyla, kimi iyice evine kapanıp sakınmaya çalıştı kendini. Her dakikasını sosyal bir faaliyetle dolduranlar aslında belki de yaşamı kaçırmamaya çalışıyordu. Ve aslında herkes o en temel korkusunu unutmak istiyordu.

Vaka sayılarının tüm dünyada artmakta olduğu bu günlere gelirken ülkemizde yedi ayı geçirdik pandemi ile… Bazı şeylere alıştık, bazı şeylerden sıkıldık ve “yeni normal” hayatın gerçeklerini benimseyerek devam ediyoruz yaşantılarımıza. Evet, devam etmek için önlemlerimizi alırken bazı şeyleri unutmaya ve kabul etmeye ihtiyacımız var, bazı şeylere de alışmaya.

Peki hayatlarımıza dönük sorgulamalarımıza ne oldu? Onları da unuttuk mu? Yoksa yeni yaşamlar kurup yeni kavramlar oluşturduk mu kendimize? Ya da devam ediyor muyuz hâlâ sorgulamaya?

Belirsizlikle mücadele yetimizin sınandığı o dönemde geçmiş yaşanmış bitmiş, gelecek belirsizdi. An, sadece o andan ve o ana kadar yapıp işleyebildiklerimiz, sevip koruyabildiklerimiz, kurup getirebildiklerimizden ibaretti. Anla ilgili bu gerçeklikten bugün ne değişti