Birkaç blok ötedeki evi yıkıyorlardı geçen gün. Bir kentsel dönüşüm hadisesinin bile artık eskisinden çok çağrışımı var zihnimizde. Depremi hatırlatıyor, eskiyi hatırlatıyor, yeniyi merak ettiriyor. Eskiden sadece bir müteahhitle anlaşılmış olduğunu düşündüğümüz durum, şimdi acaba depremde çok mu zarar gördü, hiç zarar gördü mü gibi sorulara bırakıyor yerini.

Orada oturanlarla birkaç sene önce karşılaşmıştık. Arabama yer arayıp bulamadığım kalabalık bir akşamda evlerinin önüne park etmiştim. Tam arabadan inerken başka bir araç daha yaklaşmış ve biraz da ters bir biçimde hemen burnumun ucuna park etmişti. Bir karı koca indi içinden. Selamlaştık. Ve arabamın yanından evlerine girdiler. O zaman anladım orada oturduklarını ve belki de ters bir yere park etmiş olabileceğimi, yani en azından tapulamamış olsalar da kapılarının önündeydim işte.

O gece sanki özel mülklerine fazla yaklaşmışım gibi hissetmiş olmalıyım ki kapılarının önündeki arabama laf etmedikleri için sevinmiş, arabayı orada bıraktığım için biraz mahcup olmuştum. Onlarsa şehir hayatında tanışmayan insanlar arasında pek yapılmayan biçimde gülümseyerek karşılık vermişlerdi.

Bir süredir iletişim ile ilgili bir dosya üzerine çalışıyorum. Editörlük yapmanın güzel yönlerinden biri sizi farklı konularda okumalara da davet etmesi. Dolayısıyla ben de yoğun bir biçimde iletişim ve iletişim analizleri üzerine okuma fırsatı buldum şu süreçte. İnsan okurken ister istemez kendi iletişim şekillerini ve çevresindeki insanlarla arasındaki ilişkiyi düşünüyor. Ben kime nasıl davranıyorum, karşımdakinden genel olarak aldığım tepkiler ne, bu örnek tam da şu kişiyi anlatıyor, ben galiba bazen şu örnekteki gibi davranıyorum… gibi uzayıp giden, birbirine dolanan düşünceler…

İğneler, çuvaldızlar ortada gezinirken bu okumaların bana en çok dokunan kısmı dinleme bölümü oldu. Eskiden iyi bir dinleyici olduğumu söylerlerdi. Sanırım bunu söyleyen insanlar benden akıl almayı seviyorlardı, rahatlayıp gidiyorlar, iki gün sonra aynı dertlerle geri geliyorlardı. Bu sarmalı akıl vermeyi bırakınca kırdım. Akıl verecek biri kalmayınca iyi bir dinleyici de kalmamıştı herhalde ortada. Sonra da sohbet edebildiğim, karşılıklı ve karşılıklı rollerin farklılaşabildiği ilişkiler kurmayı tercih ettim. Benim dinleme-dinlenme ve gerçek iletişim yolunda attığım önemli adımlardan biriydi herhalde bu.

Okuduğum kitaplar dinlemenin “can kulağıyla” yapılması gerektiğini anlatıyordu. Yani büyük bir dikkatle, kendini vererek, anlamak çabasıyla… Karşındaki kişinin ihtiyacını görmekten bahsediliyordu dinlemek derken. Kendimizi onun yerine bire bir koyamasak da onun durumu içinden olaya bakabilmekti mühim olan. Kendi yargılarımız, kendi düşüncelerimiz, akıl verme ihtiyacımız, aman canım bunda da üzülecek ne var tesellilerimiz (!) değildi dinlemek. Karşımızdakine fırsat vermeden ağzına kelimeleri tıkarcasına sorular sormak da değildi dinlemek, hata gördüğün şeyi yüzüne vurmak da değil, her bir şeye gerekli gereksiz yorum yapmak da değildi.

Biraz daha derinleşmek isteyince bu kelimede, köküne baktım içinde hangi anlamları taşıyor diye… Nefes, soluk, dinlenmek…

Uzun bir yürüyüşten sonra bir banka oturup soluklanmak, elimizde ağır yüklerle sokağın köşesinde durmak, yoğun bir günden sonra bir kafede oturup yeniden enerji toplamak… Hepsinde ruhumuza dolan o rahatlama, nefes alma, durma hissi… Dinlenmek ve toparlanmak...

İşte dinlemek ve dinlendiğini hissetmek dışarıda fırtınalar koparken, içimizde ateşler yanarken bile bu sakin ortamı, bu nefes alan ortamı yaratmak demekmiş… İhtiyacı anlamak, bazen susmak, duygu ve düşüncelerin o sakin alanda dile gelmesine izin vermek demekmiş… Yürekten dokunmakmış…

Şimdi bu bakıştan yeniden düşünmeli kavramlar üzerine… Kendini dinlemek, karşındakini dinlemek, çevreni dinlemek, doğayı dinlemek, dünyayı dinlemek…

Başta anlattığım çifte gelince… Onlara karşı mahcubiyetim dinlenmeyeceğim düşüncesiydi belki de… Çünkü çoğunluk bırakmıştı kendini, karşısındakini, çevresini, doğayı ve dünyayı dinlemeyi… Ve bırakmayan bir azınlık herkese yeniden hatırlatırdı belki…