Radyoda çalıyor o eski şarkı; “Bir çağ yangını bu…”*

Hep bu bölüm aklımda kalıyor, dilime dolanıyor. Çünkü kendimin zannettiğim çoğu şey çağımın, yaşadığımız kalabalığın, savaştığım düşmanın aslında.

Kitlesel mutsuzluk, gündelik gaddarlık, rekabete koşullanmış insani temaslar içinde sarsılarak, dengeyi bulmaya, olağanı sürdürmeye çalışarak gün geceye devriliyor.

Sıkıntı uzadıkça uzuyor, boşluk boşuna düşüyor, buhran sıkıcı hale, boşluk bayağılaşıyor. Herkesin olan bir kasılmayı tek başına taşımak zorunda kalan insanların omuzlarında çağın ağırlığı.

Sürekli yıkılacak gibi ama yıkılmadan, düşecek gibi ama düşmeden, ölecek gibi ama ölmeden sadece hayatta kalarak, hayata kalarak yaşamadan geçen günlerin içinde bir kocaman ülkeyiz aslında. Bu duygunun kendi ülkesi var. Bu ıssızlığın, geleceksizliğin, güvencesizliğin… Ekmeği ve hürriyeti kendileri için gasp edenler ile ekmeği ve hürriyeti elinden alınanlar için tek bir ülke yok artık. Her çelişkinin kendi ülkesi var, bunların ortaklaştığı yerde yeni yaşam arayışları.

Birileri bunların arasında sana “yaşam koçluğu” öneriyor. Birileri sana “şifalı terapiler”, birileri modern ritüeller, ilaçlar, uykular, suskunluklar. Oysa bu kalabalık ülkenin omuz başından başlayarak birbirini sıkıca tuttuğu bir hayat gerekli sana…

“…mezar kaza kaza kederli, kızgın
tohum serpe serpe hünerli
ve sömürüle sömürüle bomboş…”**

Çünkü bu hayat yoksa her gün toplama kampları gibi otobüslerin içi, iş yerleri kızgın birer kafes, öğle yemekleri dayak gibi… Anlatmaktan yorulduğun şeyi kimsenin dinlemediğini bilmek bu hayatın olmayışı. Dayanışma içinde olmadığında rekabete itilenlerin sonsuz yol arkadaşlığı bu hayatın özeti.

Çünkü sömürü var, bedensel tahakküm var, cinsel tahakküm var, sosyal sınıflar var, sosyal dışlamalar var… Yara açmaktan öte yol bilmeyen bir alışkanlıklar dizisi, ezberler bütünü var. Bunu yaşa diyorlar, bunu öğren, bununla bas zayıf olanın üstüne, sen yürü, zayıf olanı zayıf tutacak kabahatler defterleri ellerinde.

Sömürü sonsuz ve toplumsal, umutsuzluk ve yılkı ise kişisel… Tek başınasın sanman için tüm kurgu, tek başına boğul diye o odalarda, o kenarlarda, kıyılarda sana tekliğini telkin ediyor düzenin sürdürücüsü olanlar. Sömürü ne denli yaman ise, onun devamı için gereken aparatlar o denli maharetli oluyor.

Omuz başından başlayarak, ekmeği, selamı, suyu paylaşarak… Sıkıntıyı, kederi, kahrı ve rezaleti pay ederek… Ne denli kalabalık olduğumuzu görerek bir yolculuk başlatmak kendinden, kendin gibilere…

“Bir çağ yangını bu…” ve günahkârlar aslında masumlar bunu öğrendiler yaşayarak, bunu yaşamları çalınarak öğrendiler. Bedensel yetersizlikle suçlanarak, maddi varlıklarını adamadıklarını yüzlerine suç gibi vuran dillerden öğrendiler. Ayağa kalmak istediğinde onu dibe itenlerden öğrendiler, ondan ayağa kalkma bilgisini alanlardan öğrendiler… Çünkü ancak doğrulduğunda göreceği bir yükseklikteydi uzun patikanın başlangıcı… Uzun patika, tek kişilik ama herkesin, yolda yürümek isteyen herkesin.

Bir uygarlık biçimi ki, haplarla sağaltıcılarla ayakta duruyor, rekabetin ve yenmenin duygusunu pazarlayarak devamını sağlıyor. Bir uygarlık ki, ilaçların küresel birliği… Uyku haplarının, sakinleştiricilerin, vitaminlerin ve uyuşturucuların sonsuz döngüsü. Yer kürede dolaşan paranın ve silahın yanında, dolaşamayan emeğin tutsaklığı. Bu tutsaklığın hapları, küçük yalanları, büyük kurguları, dinselleştirmeyle aynı yüzeyde üretilen zayıflığa düşmanlık, zayıf alan üzerinden yükselen sahte güç. Bir uygarlık ki, tankların üzerinde petrol yakarak ilerliyor, bir elinde işsizlik, bir elinde sınıf atlama hezeyanları…

Bu çağın yangınında kimdir ateş altında? Kimdir sömürüle sömürüle bomboş eve dönüp sabah kalkıp aynı okuyucuya kart basanlar. Aynada bir suret, kimdir.

*Sezen Aksu

**Orhan Kotan