Yüce efendilerin bahşettikleri işlerle karın tokluğuna sürdürülen bir sistem, yükselmek için ezmek gerekli, vicdana yer yok.

Dünya geneli arasında elbette nüanslar var, sosyal devletin gelişkin olduğu ülkelerde, ki bu da çoğunlukla vicdanlı insanların bir zaferidir, piramit daha geniş bir yamuğa dönüşürken, sosyal devletin kendine yer bulamadığı ülkelerde alabildiğine dik ve dar bir piramidin alt yığınlarının yaşanmamış hayatları üzerinden yükselen güç, iktidar ve şatafat almış başını gidiyor.

Sistem tam bir kanlı saadet zinciri, ulaşması imkansız bir hedefe yürüyen kobayların tüketim alışkanlıklarını tanımlamaya çalışan efendilerin soğuk ve iğrenç kelimelerine sıkışmış hayatlar, kölelikten daha beter; kölelikteki efendinin zoru, gücü yerine, kendi ellerimizle kendimizi, eşimizi, anamızı, babamızı, kardeşimizi, çocuğumuzu bu sisteme gönüllü olarak teslim ediyoruz, adına istihdam diyoruz, efendilerin daha nitelikli işgücü olabilmek için eğitiliyoruz, efendilerin üretim basamakları aksamasın diye bakılıyoruz ve koca bir ömrü efendilerin takdirlerine bırakıyoruz. Kölelikten daha beter, kölenin adı belli, bizlerin adları çeşitli, kimlikteki adlarımız unutulmuş çoktan, verdikleri etiketlerin gerçekliğine inanır hale geliyoruz; beyaz yakalılar, mavi yakalılar, yakasızlar oluyoruz.

Kavramların içinde yüzüyoruz, ama böyle dişli kavramlar da yok ortalıkta, boş kabuklar var, bir kırıyorsun dağılıveriyor her sözcük, anlamsızlaşıyor. Finansal yatırımlardan falan bahsediliyor; şans oyunlarından hallice, şans oyunlarının talihlilerini kimse tanımıyor ne hikmetse, kişisel gelişim kitapları en çok tüketilen edebi eserler, efendiler için kişisel özellikleri gelişmiş, iyi zaman yönetebilen başarılı köleler gerekli; zaman satın alınabiliyor artık, bir ömre eklenmeyen zamanlar yaratarak yaşamayı biraz daha sürdürülebilir kılma çabası; ne acı.

Yani tüm insanlık tarihinin, tüm insanlık düşüncesinin insana biçebildiği kılıf bu mu; kader ile kabul edilmiş bir kast sisteminin içine sıkışmak mı?

İnsan bunca yıldır ancak bu kadar mı ilerledi, piramitten kurtulmak yerine basamaklarında yer açmayı açmak için mi çabalayabiliyor sadece?

Marx’ın, Dünyanın bütün işçileri/proleterleri birleşin (Proletarier aller Länder, vereinigt euch!) demesinden bu yana iki asır geçmek üzere. İki kocaman yüzyılda, üretim ilişkileri oldukça farklılaşsa da temel çelişki halen aynı; birilerinin rahat yaşaması için, hükmetme egolarını tatmin için, sınırsız istek ve zevklerinin sınırlı insan ve doğal kaynaklarla karşılanması için, geriye kalan insan yığınların birbirlerini yemesi üzerine kurulu bir dünya.

Felsefenin Sefaletinde bu hali şu biçimde tarif eder Marx: “Ensonu insanın devredilemez sandığı her şeyin değişime alışverişe konu olduğu ve devredilebilir olduğu bir dönem gelmiştir. Bu o ana dek ifade edilen ve aktarılan ama değişilmeyen; verilen ama asla satılmayan edinilen ama asla satın alınmayan erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan vb kısaca her şeyin ticarete girdiği dönemdir. Bu çürümüşlüğün genelleştiği bir dönemdir.

Vicdanı da mı sattık sevgili insan?

Yanıt Adorno’dan gelir; “Eskiden burjuva, cebri vicdani görev olarak kendisine ve emekçilere enjekte ederken, günümüzde tüm insanlık baskının öznesi ve nesnesi haline gelmiştir. Kendi yarattığı sefalet yasasını el çabukluğuyla ortadan kaldırması beklenen endüstri toplumunun ilerlemesiyle birlikte, bütünü haklı çıkaran o kavram: aklın taşıyıcısı ve kişi olan insan, geçerliliğini yitirir. Aydınlanmanın diyalektiği nesnel anlamda deliliğe dönüşür.” (Aydınlanmanın Diyalektiği, Adorno)

Vicdanı kalan deliler mi kurtaracak insanlığı ve dünyayı?

Hastalık, belirtilerin var olması mı demektir? Ben hastalığın, var olması gereken belirtilerin ortaya çıkmaması hali olduğunu savunuyorum. Sağlıklı olmak hiçbir belirti taşımamak mı demektir? Sanmıyorum. Auschwitz ya da Dachau'daki Naziler arasında hangileri sağlıklıydı? Vicdan azabı çekenler mi yoksa vicdanı rahat, temiz, mutlu olanlar mı?” (İnsan Olmanın Psikolojisi, Maslow)

İnsan acaba bugün şunu söyler mi?

Vicdanlı insanlar, birleşin!