Pandemi ile ilgili yazdıklarımda hep savunduğum bir şey oldu bu yazının başlığı. Takip eden okurlarım hatırlayacaktır. Emekçi kesimler ve çiftçinin başına gelenler malum. Ücretsiz izne çıkarılan işçilerin günlük 39 TL ile yaşamaya mecbur bırakılmaları, fabrikalarda çıkan covid vakalarının gizlenerek üretime devam edilmesi, kısa çalışma ödeneğinden faydalanıldığı halde üretime tam mesai devam edilmesi, işverenin sermayesini döviz cinsinden tutarak oluşan kur farkıyla servetine servet katması, alınan ekonomik tedbirleri bahane ederek kirasını ertelemesi ve mülk sahiplerinin fabrika binalarını apar topar satmak zorunda kalması vs vs. liste uzun anlayacağınız.

Öte yandan, sağlık emekçilerinin maruz kaldığı insanlık dışı çalışma koşullarından da bahsettim hep geçmiş yazılarda. Ailelerinden uzakta büyük bir ölüm riski ile karşı karşıya aylardır mücadele eden hekimler, hemşireler, ambulans şoförleri, yardımcı personeller… Ve ölümle sonuçlanan birçok sağlık emekçisinin dramı.

Market çalışanları apayrı bir konu oldu bu süreçte. AVM çalışanlarının karşı karşıya kaldığı riskleri uzun uzun anlattım hep. Ve her seferinde pandeminin tüm dünyayı etkisi altına alması ve her sınıftan her insana bulaşıyor olmasına rağmen sınıfsal sonuçlarının ne kadar ağır olduğu/olacağının altını çizmeye çalıştım.

Evet. Herkese bulaşıyordu bu illet. Bakan, milletvekili, devlet başkanı, fabrika sahibi de yakalanabiliyordu bu hastalığa. Ama bu meseleyi sınıflardan bağımsız ve herkesi eşit derecede etkileyen bir hastalık olması için bir gerekçe değildi.

ODTÜ’den sınıf arkadaşım bir akademisyen pandemi başladığında şöyle bir yorum yapmıştı: Feodalizmi bitirip kapitalizmi başlatan şey veba idi. Covid-19 da kapitalizmi bitirip postkapitalizmi başlatacak. Ama bu yeni sistemin kapitalizmden daha mı iyi yoksa daha mı kötü olacağını yaşayarak göreceğiz.

Ben tüm yazılarımda ve yukarıda da verdiğim örneklerde bunun emekçi, çiftçi, işsiz, öğrenci lehine iyi sonuçları olmayacağını hep savundum ve devletlerin aldığı tedbirlerinin tamamının egemen sınıfı korumaya yönelik olduğunu anlatmaya çalıştım. Şimdi ise yepyeni bir örnekle aynı şeyi savunacağım: Eğitim sistemi.

Uzaktan eğitim ile çocuklar okullaşmaya başladı geçen hafta. Kademeli olarak yüz yüze eğitime de geçecekler. Bütün okullu çocuğu olan aileler büyük endişeler yaşadılar bu süreçte ve hala muamma devam ediyor. Pazar akşamı nadiren izlediğim ana haber bültenlerinden birinde uzaktan erişim ile eğitimden faydalanma oranının ‘’yarı yarıya’’ olduğu haberleştirilmişti.

Yani milyonlarca öğrencinin sadece yarısı ‘sınıfsal’ nedenlerle uzaktan eğitimden faydalanamıyormuş 2020 Türkiye’sinde. Evlerinde bilgisayarı olmayan, internet erişimi olmayan ya da bunlar olsa da internet faturaları ödenmediği için kesik olan milyonlarca çocuktan bahsediyoruz.

Bu çocuklar evde kalmaya devam ettikleri için çalışan ebeveynlerin ne yapacağı konusunda kimsenin tek kelam etmemesi de cabası. Hala iş güç sahibi olarak kalabilmeyi başarmış çalışan ana/babalar bu süreçte ne yapacağını bilmiyor maalesef. Bu da sınıfsal bir hikâye tabii.

Okullar örgün eğitime geçemediği için işsizliği devam eden iş kolları başka bir garabet. Servisler, kantinciler, okulların yardımcı personelleri, kadrosuz öğretmeler, yemekhane çalışanları diye liste uzar gider.

Sistemsizliğin başlı başına sistem olduğu bir ülkede yaşıyoruz. AVM’leri açıp, turizm gelirlerinden medet umanlar, covid tehlikesi geçiyor gibi gösterip inşaat, turizm gibi rant ve sermaye kesimlerini koruyanlar maalesef eğitim sistemi gibi milyonlarca aileyi ilgilendiren konuları duymazdan gelmeye devam ediyor.

Hariçten gazel okumak diye bir deyim vardır. Şimdi söyleyeceğim şey size böyle bir şeymiş gibi gelebilir: Çocuğum olsa, yıl kaybını da göze alıp bu yıl okula göndermemek için tüm imkânlarımı sonuna kadar zorlardım. Neden mi?

Emekten, üretenden yana tavır almayan bir iktidarın bu sınıfın çocuklarını korumak için gerekli tedbirleri alacağına inanmadığım için.

Duadan başka seçenek kalmadı sanırım.