İnsan varoluşunun tuhaf, ele avuca sığmaz alanlarına bakmaya çalışan filmlerin bambaşka bir lezzeti var. Üstelik bu tip filmler klasik anlatı sinemasının sunduğu hazır şablonlardan uzaklaştıkça farklı bir gerçeklik zemini üzerinde hareket ediyorlar. Bu da yaşama dair daha incelikli,  belki kolay ifade edilemeyecek ama mutlaka tartışılacak duygu ve düşüncelere alan açıyor.

Bu alanlardan biri de insanın belleği. Doğrusu yaman bir konu.  Zihin, akıl, mantık çerçevesinde belleğin bilimsel bir arka planı olsa da insanın varlığına ilişkin değişkenlik gösterebilen, tariflenmesi zor bir hâli de var. Sinirbilim alanındaki ilerlemelere rağmen nöropsikolojinin  bile kolayca fikir yürütemediği hâlâ bakir bir bölge. Üstelik günümüzde işin insan-insansı düzleminde başka boyutları var. Böylesi çetrefil bir sorunsalı sinemada ele almak bu yüzden cesaret istiyor. Biraz da özgün bakış… Zira bu mesele içinde at koşturabilmek için bilimkurgusal tartışmaları, konunun yarattığı etik sorunları incelemiş olmak gerek. Öte yandan gelecekteki olası yaşam tasarımları sunulsa da aslında hep insan doğasındaki çatışmalı alanda kalmak gerektiği de bilinmeli. Çünkü robotlar, androidler, klonlar ve bunlarla insanlar arası ilişkiler anlatılsa bile asıl mesele bir biçimde insanlığın yaşamsal amacına, akıp giden zaman içindeki yerimize ve bunun sorgusuna kilitleniyor.



SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ



ROBOTLAR VE BİZ

Yang’dan Sonra özünde bu noktaya dikkat çeken, oldukça ilginç bir bilimkurgu draması. Yapıtlarıyla tanınmayı yeğleyen ve bu yüzden takma isim kullanan yönetmen Kogonada’nın (ki bu birleşim de hayran olduğu Japon yönetmen Yasujiro Ozu’nun senaristi Kogo Noda’dan geliyor.) ikinci uzun metrajlı filmi, az çok bildiğimiz bir öyküyü farklı biçimde anlatmayı deniyor. Film ilk gösterimini 74. Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış bölümünde yapmış, Sundance Film Festivali’nde ise bilim ve teknolojiye özgülenmiş Alfred P. Sloan Ödülünü kazanmıştı. Bizde geçen hafta gösterime giren yapımı bayram tatili başlamadan izleme fırsatı buldum.

Kogonada, senaryoyu ABD’li yazar Alexander Weinstein’in Saying Goodbye to Yang adlı öyküsünden uyarlamış. Uzak diyebileceğimiz bir gelecekte, oldukça steril bir yaşamın sürdüğü bir banliyödeyiz. Günümüz şehirlerine dair belirgin bir referans yok. Orta sınıf denebilecek bir ailemiz var. Düşük maddi imkânlarla evlatlık kızları Mika’ya kardeşlik etmesi ve kültürel yönden rehber olması için bir robot almışlar. Yang adlı bu robot, ‘teknosapien’ denen bir türün temsilcisi. Hikâyeye bu ailenin fotoğraf çekimi ile başlıyoruz. Bu oldukça manidar sahne filmde işlenecek ‘bellek’ meselesinin tohumunu da atıyor. Ardından filmin giriş sahnelerindeki dingin yapısına tezat olan çılgın bir dans sahnesi izliyoruz, Gaspar Noe’nin renk kullanımına benzeyen, jeneriğin eşlik ettiği bu retro görünümlü sahne filme birden bir canlılık, bir yabancılaşma getiriyor. Ülke çapında sanal olarak dört kişilik ailelerin katılabildiği bir dans yarışması bu. Oldukça eğlenceli bu jenerik sahnesinden sonra Yang kendiliğinden kapanıyor ve filmin izlediği ana öyküye geçiyoruz. Jake, Yang’ı tamir ettirmek için yollar aramaya başlıyor. Maalesef sistem içinde bu o kadar kolay değil. Lisanslı ürünlerde üretici firma işlemcideki sorunu çözmek yerine başka bir robotla değiştirme hizmeti veriyor. Bu da kişisel veri güvenliği ihlali demek. Şirketlerin herkesi robotlar yoluyla kontrol ettiğine, yaşamlarına dair her şeyi öğrendiğine ilişkin bir endişe ortaya çıkıyor. Fakat filmin asıl derdi bu sorunsallar üzerinden bir ütopik anlatı kurmak değil. Başlarda sıkıntılı geçen tamir sürecinin sonunda Yang’ın belleğine ulaşan Jake, orada dolaştıkça insan olmanın anlamı üzerine düşünmeye başlıyor. 

YAPAY TOPLUMSAL DÜZEN

Film bu anlamda varoluşumuzun kendiliğinden getirdiği doğallıkla sonradan kurduğumuz yapaylığın getirdiği çatışmalar üzerine bir düşünme egzersizi kuruyor. Jake’in her şeyin kristalize olduğu bir dönemde eski usulde, doğal biçimde çay üretip satan biri olması bu noktayı vurguluyor. Ayrıca çayın bir bitki olarak Uzakdoğu felsefesindeki yeri de hikâyede oldukça önemli. Bir sahnede Jake ve Yang’ın çay üzerine sohbetleri, bir an’ı nasıl kavradığımız, duyularımızı nasıl yaşadığımız ve ifade ettiğimiz üzerine felsefi bir alan açıyor. Jake, Yang’ın belleğinde dolaştıkça kendi belleğine de bakıyor. Birlikte geçirdikleri anları, özellikle de fotoğraf çektirdikleri an’ı yeniden yaşıyor. Buradaki görsel ayrıntılar çok zarif ve farklı bakış açılarından aynı zaman diliminin bellekte nasıl depolandığı ve daha sonraki işlevi üzerine yorumlar sunuyor. Kogonada özellikle bu noktada, belli anların hatırlanması ve Yang’ın belleğinde kayıtlı3 saniyelik görüntülerin gerçeklikle ya da diğer zihinlerdeki yansımalarıyla eşleştiği sahnelerde çok başarılı. Bu anlarda farklı ölçeklerin zekice kullanımı bellek üzerine düşünen filmler arasında yerini alacak, özgün bir tarz yaratıyor. Bununla birlikte yapay zekâyı konu alan filmlerde karşımıza çıkan ‘insan olmaya duyulan merak’ konusu da inceleniyor ve Yang’ın geliştirdiği insani duygular üzerinden tartışılıyor. 

Hakikaten bu yaşamdaki amacımız ne? Mutlu olmak için neler gerekiyor? Film bir yandan kimlik-aidiyet ve aile konularını masaya yatırırken bir yandan da bireyin varlığı meselesini ortaya atıyor. Yapay bir zeka ve bedene sahip bir varlık da dünyevi bir varoluşa sahip olabilir mi? Jake’in Yang’la ilgili buldukları bu konuda hem onu hem seyirciyi şaşırtıyor. Kogonada’nın dingin ve biraz karanlık anlatımı derinlerde yatan anlama ulaşmak için bir seyir denemesi sunuyor. Özellikle de insan deneyiminin niteliklerine ilişkin sorgulamalar yapmak için çok elverişli. Oyuncuların nispeten nötr, içsel oyunları ve Jake’le kızının ilişkisi içinden filizlenen anlara da dikkat çekelim. Muhtemelen bayramdan sonra vizyondan kalkacak ama daha sonra herhangi bir platformda bulursanız bu ilginç filmi mutlaka izleyin.