Sinema ezelden beri edebiyatla ilişki kurmayı seviyor. Aslında sevgiden de öte iki anlatı sanatının yapısında önemli ortaklıklar var. Bu açıdan iki sanat dalı birbirinden besleniyor. Tabii edebiyat söz konusu olduğunda sinema çocuk bile sayılmaz. Binlerce yıllık birikime sahip bir anlatı sanatı olan edebiyat; roman, şiir, öykü gibi türler aracılığıyla neredeyse her şeyin yapıldığı devasa bir okyanus. Bu açıdan iş birliği söz konusu olduğunda sinemanın edebiyattan yararlanmaya daha meyilli olduğunu söylemek mümkün.

Uyarlamalar bu yüzden ayrı bir derya. Genelde sinematik anlatıma en uygun tür olarak romanlar görülür. Hem uzunluk hem de geniş karakter örgüleri iyi sinemacıları besler kuşkusuz. Tabii yönetmen ya da senaristin edebi yapıtla kurduğu ilişki de önemli. Büyük romanlardan çok kötü filmler yapıldığı gibi kötü romanlardan da çok iyi filmler yapıldığını gördük. Örneğin Alfred Hitchcock, büyük edebiyat eserlerinin sinemasal anlatıda yeniden kurulamayacağını, denense bile başarısız olacağını düşündüğü için edebî açıdan düzeyi düşük, ticari romanların çekilmesi taraftarıydı. Bu düşünceye karşı çıkan ve edebi açıdan üst seviyede yapıtları filme aktarmayı deneyen yönetmenler de oldu elbet.  Ayrıca sayıca daha az olsa da öykülere, tiyatro oyunlarına ve şiirlere de başvuruldu.

ÖYKÜDEN FİLM UYARLAMAK

Bu yılın en ilginç filmlerinden Drive My Car da alışık olduğumuz uyarlama kültüründen uzakta, birden fazla sanatsal türü iç içe geçiren, anlatmak istediği öyküye odaklanan şaşırtıcı bir film. Filmin dayandığı edebi kaynak Japon edebiyatının son yıllarda yetiştirdiği en popüler ve güçlü yazarlardan Haruki Murakami. Her yıl nobele adaylığı konuşulan Murakami’nin “Kadınsız Erkekler” adlı öyküsünden (ve Şehrazat ve Kino öykülerinden esinle) yola çıkıyor film. Yönetmen Hamaguchi, Takamasa Oe ile birlikte yazdığı senaryoda iki güç meseleyi ustaca halletmiş: Kısacık öyküden üç saate yayılan bir film ortaya çıkarmak (Sonuçta bu Hobbit’ten üç saatlik üç film çıkarmaktan daha güç bir şey - ki biliyorsunuz bu üçleme yüzünden Peter Jackson nasıl da yerden yere vurulmuştu.) ve bunu yaparken yazarın ruhunu korumak. Üstelik yönetmen bununla kalmamış, görüntü yönetimi ve ince ince düşünülmüş mizansenlerle filmini bir üst seviyeye çıkaracak sinemasal dünyayı kurmayı da başarmış. Anlatımın dinginliği, olay akışındaki tercihler, karakterlerin iç dünyalarının yavaş yavaş ve pek çok metaforik ögeyle ortaya serilişi filmin bir büyük edebi yapıt gibi parlamasını sağlamış. Edebiyatla temas eden filmlerde nadiren karşımıza çıkan bir şey bu.

Tabii tek bir öyküden gelecek malzeme filmin derli toplu, bütünlüklü olmasını sağlamakta yetersiz kalabilirdi. Bu yüzden film Murakami’nin öyküsünden hareket etmekle birlikte edebi açıdan çok daha özel bir isme ve yapıtına yaslanıyor: Modern öykücülüğün kurucularından Anton Çehov’a ve onun imza yapıtlarından biri olan Vanya Dayı’ya. Edebiyat dünyası için Çehov’un önemi malum. Ayrıca insan doğasını anlamak ve sunmak isteyen yönetmenlerin de beslendiği, örnek aldığı en önemli kaynaklardan biri o. Çok uzağa da gitmeye gerek yok. Nuri Bilge Ceylan filmlerinde, özellikle de Kış Uykusu’nda (2014) Çehov’un öykülerinin nasıl sonuçlar doğurduğuna tanıklık etmiştik. İlginç biçimde Hamaguchi’nin anlatı stilinin Nuri Bilge Ceylan’ın yöntemleriyle örtüştüğünü de eklemek gerek. İki yönetmenin insan öykülerine ve yaşama bakışında bir paralellik söz konusu. Farklı coğrafyalarda yaşamalarına karşın, öykülerin işleyişi, insan doğasına ilişkin gizemleri nasıl da benziyor. Kuşkusuz dünya görüşünü besleyen Çehov gibi ortak kaynaklar bunda etken olmuştur.

KURMACA VE GERÇEK YAŞAM

Drive My Car, Çehov’u Vanya Dayı’nın temsili üzerinden ele alıyor denebilir. Fakat bununla yetinmeyip metnin gerçek yaşamla kurduğu ilişkiye odaklanıyor. Ana kahramanımız bir tiyatro oyuncusu ve yönetmeni. Eşi Oto oyunculuğu bırakmış, televizyon için senaryolar yazıyor. Yirmi yıldır evliler. Görünüşte uyumlu bir çift. Fakat Yusuke bir iş seyahati iptal olunca karısının başka bir erkekle birlikte olduğunu görüyor. Bu mesele ne zaman patlayacak diye düşünürken Oto beyin kanamasından ölüyor. Yalnız kalan Yusuke Hiroşima’dan gelen, Vanya Dayı’yı yönetme teklifini kabul ediyor. Etkinliği düzenleyenlerin ısrarıyla kendisine Misaki adlı bir şoför tahsis ediliyor. Film bütün dinginliği içinde bu noktadan itibaren prova sürecini, bu süreçte Yusuke’nin Koji’yle olan ilişkisini incelemeye başlıyor. Koji Yusuki’ye göre karısının birlikte olduğu genç erkeklerden biri. Ona yaşına uygun olmayan Vanya Dayı rolünü vererek sembolik düzeyde karısıyla kurduğu ilişkiyi anlamaya, bu konudaki içsel sorunu çözmeye çalışıyor. Tabii yüzeye çıkmayan çatışmalar, uyumsuzluklar, dizginlenmiş egonun varlığı bir köşede bekliyor. Yusuke’nin Misaki ile ilişkisi de filmin aktığı bu damara ekleniyor. Orada da kayıplar, kaçışlar ve yalnızlıkla dolu bir öykü var. Böylece iki insanın yaşamı, geçmiş gizemlerle kesişiyor ve finale doğru Vanya Dayı’daki önemli repliklerden biriyle film meselesini seyirciye doğrudan açmış oluyor.

GÖRÜNENİN ARDINDAKİ DERİNLİK

Bununla birlikte filmin anlatımı klasik anlatı şemasına yakın seyirci için fazlasıyla dingin. Öyküdeki unsurlar aşama aşama, yavaş yavaş yerleşiyor. Karakterlerin eylemlerinin arka planını, yaşadıkları duyguları takip edip boşlukları doldurmak seyirciye kalıyor. Filmde yer alan önemli imgeler ve yan öykülere dikkat ederek daha yakın bir bağ kurmak mümkün. Öykü bizi görünenin ardındaki derinliğe taşıyor. Merkezde bu kaygının olduğunu söyleyebiliriz. Ana karakterimiz Yusuke, eşi Oto, şoförü Misaki,  genç ve ünlü dizi oyuncusu Koji hatta rejiye yardım eden Kon Yoon-Su da dahil olmak üzere kişiliklerinin arka planında gizlenen, Murakami’nin karanlık, derin, susuz kuyu imgelerine benzeyen bir yapı var.

Görünenin ötesinde, bizi birbirimize bağlayan derin acılar, hayal kırıklıkları, özlemler ve yalnızlıklarla doluyuz. Hayat akıp gidiyor, bizler de sürükleniyoruz, geriye anlatılmamış, belki anlaşılmamış öykülerimiz kalıyor. Ve şanslıysak bu hayatta bir biçimde yolumuzun duygudaşlık bağlamında kesiştiği insanlar çıkıyor karşımıza. Film, Çehov’un metniyle yoğun bağ kurarak, dışarı çıkmayı bekleyen içsel yoğunluğumuzun temsiline dönüşüyor. Ve bu açıdan çok değerli bir yerde konumlandığına şüphe yok. Murakami’nin gizemli öyküler yoluyla modern şehirli insanın yalnızlığı üzerinden akan hikâyelerini, insan karakterinin derinliklerini yazmayı başarmış büyük bir yazar olan Çehov’un tarzıyla birleştirmekte ve bunu yaparken modern dünyanın ulaştığı noktayı sessizce vurgulamakta çok başarılı.

Bu arada Drive My Car, bu yıl hem uluslar arası en iyi film hem de en iyi film kategorisinde Oscar adayı. İki yıl önce Parazit’in elde ettiği başarıyı acaba tekrarlayabilecek mi bu da merak konusu. Oscar akademisinin, çok yavaş akan girift bir öykü sunduğu için en iyi film tercihini bu filmden yana kullanacağını sanmıyorum ama belli mi olur, geçen yıl ödülü kapan Nomadland belki akademi üyelerinin film algısını değiştirmiştir. Her koşulda ödül alsın almasın Drive My Car, son yılların en iyi filmlerinden biri. Katman katman açılan, bittikten sonra da seyircinin belleğinde yaşamını sürdüren, incelikli, duyarlı bir film.  Japon sinemasına, Murakami’ye, yönetmen Hamaguchi ve senarist Oe’ye kucak dolusu sevgiler, selamlar, alkışlar…

SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ


BİR TİYATRO KLASİĞİNE MODERN BİR YORUM

CYRANO

(İng, ABD., 2021, 123 dk.)

Y: Joe Wright

O: Peter Dinklage (Cyrano), Haley Bennet (Roxanne), Kevin Harrison Jr. (Christian), Ben Mendelsohn (De Guche), Bashir Salahuddin (le Bret) …

Filmin Notu: 3.5 yıldız

Cyrano bu ayın sürprizlerinden biri oldu benim için. Ne yalan söyleyeyim daha iki hafta öncesine kadar böyle bir filmin çekildiğinden haberdar değildim. Yürütülen reklâm kampanyası yeterli değildi anlaşılan. Belki de geniş kitlelerin ilgisini hemen çekebilecek bir film değil karşımızdaki. Bu yüzden ciddi bir tanıtım desteğine ihtiyaç duyuyor. En tanınmış oyuncusu Game of Thrones’ta ‘Küçük Şeytan’ Tyron Lannister’ı oynayan Peter Dinklage. Öyküsü tam bir aşk hikâyesi ama geniş kitleler, özellikle de yeni kuşak, Edmond Rostand’ın o ünlü oyunu Cyrano de Bergerac’ı pek tanımıyor. Hâl böyle olunca bizde pek izlenmedi. Box Office Türkiye verilerine göre 46 kopyayla gösterime girmesine rağmen ilk hafta sonu filmi 1763 kişi görmüş. Böylesine hoş, sürprizli bir film için çok üzücü doğrusu. Yok, sözümü geri alıyorum, bir sürü çer çöp öyküye prim veren, türlü abukluklara gülen, kaba saba romantik sululukları izleyip duygusal boşalım sağlayan kitlelere yazık asıl!  Zor bir alanda üretilmiş bu kadar iyi bir filmi kaçırdıkları için. Neyi kaçırdıklarının farkında bile olmamaları da başka bir sorun zaten. (Cyrano gibi incelikli işler yerine memleket dahilinde çekilen bin türlü ucuzluğu tercih edip kalkındırdıkları için de ayrıca kızgınım bu güruha.)

O TANIDIK NEFİS ÖYKÜ

Cyrano, muktedirlere boyun eğmeyen, o asil kılıç ustası, şair. Söz oyunlarındaki başarısı, müthiş bir silah gibi kullandığı zekâsı ve bayağılıktan arınmış kişiliğiyle sadece 18. yüzyıl için değil günümüz için de çok etkili bir portre. Rostand’ın bu karakteri merkeze alan tiyatro oyunu, pek çok uyarlaması, çeşitlemeleriyle zaten biliniyordu. Jose Ferrer’in oynadığı 1950 versiyonu ve 1990’da karaktere Gerard Depardieu’nün hayat verdiği Cyrano de Bergerac unutulmazlar arasına girdi bile. Bu iki başarılı uyarlamanın yanında Cyrano’nun çizdiği yol kendine has.  Öncelikle film, Erica Schmidt tarafından yazılan ve 2018’de sahnelenen müzikale dayanıyor. O da zaten orijinal metinden yola çıkmış. Müzikal öyle beğeniliyor ki filmini çekme kararı alıyorlar. (Çok da iyi etmişler.) Cyrano’yu müzikalde de oynayan Peter Dinklage’in yorumu ise başlı başına seyirlik. Taht Oyunları’nda mimiklerine, sakin ve akılcı tavrına hayran olduğumuz oyuncu Cyrano’nun ‘çirkinliği’ meselesine incelikli bir güzelleme ve güncelleme yapmış. Bu arada ekleyeyim, Dinklage  Erica Schmidt’le 2005’ten beri evli. Belki biraz eş torpili de olmuştur! Şaka bir yana Dinklage’in role çok yakıştığı ve seleflerinin altında kalmadığı hatta metne yenileyici unsurlar kattığı kesin.

Filmin bir başka artısı da yönetmen faktörü. Özellikle uyarlamalarla kendini kanıtlamış Joe Wright, İngiliz sanatsal kültürünün sinemadaki modern temsilcilerinden biri olarak gerçekten başarılı. Aşk ve Gurur’u (Pride and Prejudice, 2005), Atonement’ı (2007) ve Anna Karenina’yı (2012) unutmak ne mümkün! Özellikle tarihi dekorlar önünde insan ruhuna bakmaya çalışan, bunu yaparken de sinemasal estetikten ve kendine has bir biçemden ödün vermeyen bir tavrı var. Atonement’taki çekimleri bir düşünün.

YENİLEYİCİ BİR MÜZİKAL

Cyrano’da ise yönetmene farklı bir müzikal yapma şansı doğmuş. O da bu fırsatı değerlendirmiş. Müzikalin de bestelerine imza atan Aaron ve Bryce Dessner’in hazırladıkları müzikal akış, oyuncuların şarkı performansları ve kameranın onlara müthiş biçimde eşlik etmesiyle son derece görkemli bir havaya bürünüyor. Üstelik içerdikleri duygusallığı yitirmeden. Çok özenli bir görüntü çalışmasının tüm bunları taşıdığını da belirtmeliyim.

Klasik müzikallere aşina olanlar için belki sözler, şarkıların tonu ve yapısı bir parça uzak, fazla tiyatral gelebilir. Ama özellikle Bahz Luhrman gibi yönetmenlerin açtığı yolda yeni kuşaklar için eskiyle bağların kopmadığını, bir bakıma evrilip kendine yeni tarzlar bulduğu nu söylemek gerek. Tom Hooper’ın Sefiller'i (Les Miserables, 2012) bunun oldukça iyi bir örneğiydi. Cyrano’nun da bu noktada kendini iyi konumlandırdığını ve kozlarını iyi değerlendirdiğini düşünüyorum.

Öykü malumunuz olduğu üzere şairlikte kendini çokça geliştirmiş bir soylu ve asker olan Cyrano’nun çok uzun yıllardır tanıdığı Roxanne’a olan aşkı üzerine kurulu. Aralarından su sızmıyor ama Roxanne âşığının farkında değil. O da gönlünü Christian adlı bir gence kaptırmış. Bu genç Cyrano’nun bölüğüne katılan yeni bir asker olunca Roxanne  dostundan aralarını yapmasını istiyor. Fakat edebiyatın, incelmiş zevklerin, romantikleşmiş aşkın tutkunu Roxanne’ı bu konularda bilgisi, görgüsü olmayan ama aşktan dört köşe olmuş Christian’ın mutlu etmesi mümkün değildir. İşte burada devreye Cyrano girer. Umutsuz bir aşk üçgeni kurulur böylece.

Film bu temel öykü üzerine kurulsa ve epey bilindik olsa da zevkle izleniyor, şarkıların icra edildiği anlarda koreografisi ve sahne düzenlemeleriyle kendine hayran bırakıyor. Buram buram stil sahibi bir yönetmenlik kokuyor. Gösterimde daha ne kadar kalır bilinmez, bu düşük izlenme performansıyla muhtemelen bir iki hafta sonra kaybolup gidecek. O yüzden fırsat bulursanız mutlaka izleyin.

İYİ SİNEMALARA GİDİN!

Ama size önerim Cinemaximum’un kimi salonlarında filmi izlememeniz olacak. Projeksiyon cihazları eski olan ve gerekli yenilemelerden geçmemiş bulunan bu salonlarda izlerseniz filmin zevkine varamazsınız. Biz bu durumda izledik ve işin kötüsü kendilerine bildirdiğimde durumu kabul etmedikleri gibi bunların sosyal medyada uydurulan tartışmalar olduğunu söylediler. Biri bir şey söylemiş de yayılmış filan diyerek. Bu herhalde başıma gelen beşinci kötü gösterimdi. Filmi kalitesiz biçimde gösterdiklerini anlatamadım bir türlü. Bir yazık da onlara olsun, Türkiye’de tekellerine aldıkları film işletmeciliğini de mahvettikleri için.

Ama siz n’olur arayıp bulun iyi salonlara gidin, bağımsız salonları destekleyin…