Uzun bir aradan sonra dükkânı tekrar açtık haydi bakalım vira vira!
Hayatımın aksiyonsuz, sakin, rutin giden bir kısmı hiç ama hiç olmadı.
Öncel nerede; polis, ambulans, kaza, hastalık, aşk, tutku, kavga, neşe, parti, eğlence, kahkaha, gözyaşı, dram ve komedi orada!
Hepsi bir arada bitmek bilmez bir aksiyon filmi.
Kâh kahkaha, kâh feryat figan.
Bundan yıllar önceydi. O zamanlar Sabah'ta yazıyorum.
Henüz gazeteciler gazetelerden kovulmamış...
Sabah'ın hafta sonu ilavelerinde hem editörlük hem de röportajlar yapan çok sevdiğim arkadaşım Eylem Bilgiç yine bir röportaj için İstanbul'dan kalktı Alaçatı'ya geldi.
Hem beraber bir iki gün geçirmiş olacağız falan...
İkinci günün sonunda şimdi hatırlamıyorum, benim yine başıma bir işler geldi ve Eylem dayanamadı döndü dedi ki: "Bir şey itiraf edeyim m? Ben senin bazı yazılarının kurgu olduğunu düşünürdüm. Ama az bile yazıyormuşsun, Kızım bu ne aksiyon? Gerçekten her şey senin başına geliyormuş!"
***
İşte geçen 1.5 ay yine bazı şeyler yaşandı. Yine bir olaylar olaylar...
Ama bu kez hep tatsız ve üzücü olaylar.
Ayşe’mi kaybettim ben.
Sekiz yıllık can yoldaşımı.
Evimin neşesini.
Hayatımın merkezini.
Patisine, kokusuna, gözüne, kadife tüylerine kurban olduğum, dünyanın en iyi kalpli köpeğini.
Hem de üç hafta içinde.
Meğer kansermiş iki gözümün çiçeği.
Sinsi, agresif kemik tümörü atlaya atlaya akciğerine kadar sarmış çocuğumu.
Birden çöktü ve gitti bu dünyadan.
Terk etti beni.
Yapayalnız bıraktı.
Üstelik yazmaya elim, söylemeye dilim varmıyor ama gidişine de ben karar vermek zorunda kaldım.
Uyuttuk bebeğimi.
Bencillik edip, biraz daha yanımda dursun diye o morfinin bile kesmediği ağrılarıyla daha fazla çığlıklar atmasına izin veremedim.
Evde, kendi yatağında, öpe koklaya, kulağına ona olan sevgimi, aşkımı, minnettarlığımı fısıldayarak kucağımda gönderdim çocuğumu.
Yüreğimin yangınının hiç geçmeyeceğini biliyorum.
Özlemim hiç hafiflemeyecek.
***
Bahçeye, salonda oturduğum yerden kafamı çevirdiğimde hemen görebileceğim bir yere gömdük Ayşecik'i..
Üzerine çiçekler diktik. Rengârenk oldu bahçesi.
Bahçe kapısından her giren önce Ayşe'nin yanına gidip bir selam veriyor. Yani hayattayken de yaptığı gibi eve gelen misafirleri yine ilk Ayşe karşılıyor.
Ama artık kıçını ve o koca kuyruğunu sevinçten dong dong sallayarak değil, üzerine örttüğümüz çiçekleriyle.
Hiç tanımadığım komşular bile gittiğini duyunca eve doldular. En çok da çocuklar. Şimdi arada gelip toprağını suluyorlar. Çiçeklerine bakıyorlar. ‘Sokağın gülücüğü gitti’ dedi bir komşu. Arka sokakta Hatice'nin annesi dua okudu hep.
***
Hiç yakıştıramıyorum O'na toprağın altında yatmayı.
Bazı akşamlar, iki kadeh de rakı eşlik etmişse efkârıma, gidip sarılıyorum toprağına...
Çiçeklerin yapraklarını okşuyorum, kadife kulaklarını öpüp koklar gibi.
Kalk diyorum Ayşe’m kalk... Kalk oradan yine koynuma yat. Kulağımın dibinde horla.
Bütün gece birbirimizi itekleyelim ‘Sen git, hayır asıl sen öteye git’ manasına.
Ah Ayşe’m, ah gözümün nuru.
***
İşte tam da o günlerde bir arsız, bir içinin çirkinliği yüzüne vurmuş meczup çıktı dedi ki "Sokak hayvanlarını zehirli etle gebertin!"
Çığ gibi tepkileri aldı ama asla geri vites yapmadı bir de üzerine tüy dikti: "Bizde insana ölmüş, köpeğe gebermiş denir" dedi.
'Bizde' diye kastettiği hangi yaratık türü bilemiyorum.
Ama kendisi terk-i diyar ettiğinde onun arkasından milyonlarca insan 'Oh çok şükür geberdi' diyecektir eminim.
Onlardan biri de benim.

‘Devamı yarın: (Ayağımı nasıl kırdım.)