Hafta başıydı, yapılacak bir sürü de iş vardı. Ama belki yazın ağırlığından belki de duygusal bir kavuşma gereksiniminden, işlere boş verip eski bir filmin cazibesine bıraktım kendimi. Atıf Yılmaz’ın 1983’te çektiği Seni Seviyorum. Türkan Şoray’la Cihan Ünal’ın yıllar sonra yeniden karşılaşan âşıkları oynadıkları özel bir film. Üstelik her nasılsa tamamını ilk kez izliyorum. Film bitince etkisi uzun süre geçmedi. Kırk yıl öncesinden bir filmin bugün bile etkili olması ne tuhaf! Oysa her gün karşımıza yüzlerce film çıkıyor. Diziler de cabası.  Size de oluyor mu, özellikle Türk sinemasının geçmiş dönem filmleri, ne zaman izlesem beni alıp buralardan götürüyor. Bilmiyorum, bu duygu belki çocukluk ve ilk gençlik döneminde filmlerle kurduğumuz o çok samimi ilişkiyle mi ilgili? Belki de her şeyin bozulduğu, geri dönmemecesine çözülüp gittiği, kayıplara karıştığı bu zaman diliminde geçmişe güçlü bir özlem duygusunun işaretidir bu. 



SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ



BAMBAŞKA BİR DUYGU

Bu duyguya en yakın sözcük galiba nostalji. Ama Türk filmlerinin bu güçlü etkisini sadece nostaljiyle açıklamak mümkün mü? Bundan emin değilim. Sinema söz konusu olduğunda o günlerden bu yana çok yol aldık. Geniş kitlelere hitap eden büyük bütçeli ticari sinemamız teknik anlamda dünya standartlarına erişti. Ama son yıllarda üretilen filmlere bakınca neredeyse hiçbirinin geçmişteki o incelikli, derin ruha erişemediğini düşünüyorum. Mesela son derece gösterişli, iddialı filmler Ayla, Müslüm, Naim ya da etkileyici aşk öyküleri anlattığını düşünen romantik yapımlar Aşk Tesadüfleri Sever, Şuursuz Aşk, Aşk Taktikleri  gibi örnekler, hiçbirinin seyirciyle kurduğu bağ eski filmlerle aramızda gelişen duygu yoğunluğunu yakalayamıyor. Değişen yaşam koşullarının da bunda etkisi vardır mutlaka.  Fakat eski filmlerde bir şeyler var işte, onları farklı kılan da bu unsurlar bence. Mesela, Yeşilçam döneminin en çalakalem yazılmış senaryolarında bile karakterlere duyulan tuhaf bir sıcaklık söz konusu. Ki bence melodram sinemasının kalıplarını genişleten ve onları gerçekçi düzleme daha da yaklaştıran filmlerde bu duygu çok daha belirgin oluyor. Özellikle de ticari sinemaya özel bir boyut katan yönetmenlerin filmleri için bunu duyumsuyorum. Benim için başta Lütfi Akad, Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz, ÖmerKavur geliyor elbette. Ele aldıkları senaryoyu epey deşip inandırıcı unsurların az olduğunu görsek de öykülerini sahici anlatmayı başaran yönetmenler bunlar. Tuhaf biçimde o dönemin ruhu gelip filmlere sinmiş gibi. 70’lerden 90’lara kadar…

UNUTULMAZ FİLMLER

Bu yazıyı kaleme almama neden olan Seni Seviyorum örneğin. Bildik bir konuyu işlemesine rağmen tarif edemediğim bir yoğunluğa sahip. Baş karakterlerin öyküsü çok temel klişeler barındırıyor. Ama öyle oluyor ki neredeyse yaşadığımız gerçekliğin yerine koymak isteyeceğiniz bir sahicilik gelip yerleşiyor filme. Belki başka bir yapıtta son derece sırıtacak aşk cümleleri, pişmanlık duygusu, bu filmde yürek sızlatıyor. Atıf Yılmaz, bu filmle kalmıyor elbet. Neredeyse her filmi bu anlatması zor duyguyla dolu. Hayatımın filmlerinden biri olan Mine (1982) duyarlı, dürüst, gerçek insan sevgisini nasıl oluyor da bu kadar iyi resmedebiliyor? Hele de dönemin koşullarını başarıyla irdeleyip incelikli bir eleştiriye de dönüşerek.  Selvi Boylum Al Yazmalım (1977), Deli Kan (1981), Bir Yudum Sevgi (1984), gibi nice unutulmaz örnek var üstelik. Ömer Kavur’un Kırık Bir Aşk Hikâyesi (1983) örneğin. Kasaba insanının sıkışmışlığı içinde bir imkânsız aşk portresi çiziyor, fakat öyle bir film ki bitse de bitmiyor işte. Yüreğin gizli dehlizlerinde yaşamayı sürdürüyor. Sonra mesela Amansız Yol’da Kadir İnanır’la, Zuhal Olcay’ın üstelik polisiye bir öyküye de açılan serüveninden etkilenememek mümkün mü? Bu filmi kaç kez izledim bilmiyorum. Peki, sinemamızın efsanesi Vesikalı Yârim’e (1968) ne demeli? Bu filmin ruhuyla bugün çekilenleri nasıl kıyaslayabiliriz?

BİZE AİT BİR SİNEMA

Gerçekten eski Türk filmlerinin büyüsüne başka bir gözle bakmak lazım. Yeşilçam’ın getirdiği bir miras söz konusu elbette. İlk yıllarda el yordamıyla ilerleyen, bir dönem Arap filmlerinden, sonra da yoğun bir Hollywood etkisinden beslenen ama yine de dünyasını kendi kendine kuran bir sinema. İmkânlar çok yetersiz olsa da seyircisiyle güçlü bağlar inşa ediyor. Belki en temel yanı, ortak bazı duygulara seslenmekteki başarısı. Tarihsel olarak nice badireler atlatan, karmaşık bir toplum yapısının türlü beklentiler, arzular, arızalar içinde kendini bulma çabası aslında. Belki de o filmlere en çok bu yansıyordur. Sınıf atlama, rahat bir yaşam özlemi, her şeye rağmen mutlu olmaya dönük bir sezgisel boşalım. Bunlar özellikle de boşluğu en çok hissedilen aşk ve sevgi konularıyla seyirciye ulaşıyor. Yeşilçam’ın bu yönünü tüm kalbimle seviyorum. Bu çabanın üzerine yerleşen daha gerçekçi, özenli sinemayı ve sinemacıları da özlüyorum.  Belki de bu yüzden ne zaman o dönemden bir film izlesem geçip gitmiş yaşantıların ardından sığınılacak bir liman gibi kendimi o güzel anlatımlara veriyorum.

Dönem değişiyor, film izleme alışkanlıkları da öyle. Eskisi gibi sinemalar yok. Hatta sinemayı geçtim, artık televizyonda bile film izleme keyfi yok. Şimdilerde gösterilen filmler bahsettiğim duyguyla örtüşmüyor zaten.  Ve izleyici de Yeşilçam mirasını sömüren, suyunu çıkaran, sakız gibi uzatılmış dizilerde nefeslenmeye çalışıyor. Her nasılsa bunların müthiş parasal getirisi var. Yapımcılar bu dizileri dünya ülkelerine harıl harıl satıyor. Böylesine keyifsiz, yozlaşmış bir popüler kültür üretiminde eski filmlerin  kıymetini daha çok bilmek lazım. Hatta daha ileri gidip o günlerin ruhunu yeniden yakalamayı, o güzellikleri hayata geçirmeyi denemek. Bunun için ihtiyacımız olan filmler, Acı Hayat, Sevmek Zamanı, Ah Güzel İstanbul,  Canım Kardeşim, Bizim Aile, Gelin, Düğün, Diyet, Devlerin Aşkı, Yavrularım, Firar, Yılanların Öcü, Arkadaş ve burada yazsam sayfalar sürecek daha niceleri de işte oralarda bir yerde bizi yeniden bekliyor.