Kerr’in havasını anlatmak güç. Filmin ruhuna bakabilmek için hakkında konuşmaktan çok bir izleme  deneyimi yaşamak gerek. Öte yandan vadettiği seyir zevki, yabancısı olduğumuz bir tecrübe değil. Yani ilk kez böyle bir film izlemiş olmayacak seyirci. Çünkü Kerr’in köklerini edebiyattan alan, bazı karanlık modern anlatılarla akrabalığı var. Modern sinemaya varan pek çok tür ve izlekle de yolu kesişiyor. Bunların başında özellikle 1940’ların buhranlı Amerikan yaşamına hâkim olmuş Kara Film (Fransızca kaynak ismiyle Film Noir)  türünün geldiğini söylemek mümkün. (Tabii bu türün izlediği gelişim çizgisinden haberdar bir anlatı bu.)



SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ




ABSÜRT BİR DÜNYA 

Ben filmi İzmir Film ve Müzik Festivali vesilesiyle yaz başında, yönetmen Tayfun Pirselimoğlu’nun, efsanevi görüntü yönetmeni Andreas Sinanos’un, müziklerin sahibi Nikos Kypourgos’un ve filmin başoyuncusu Erdem Şenocak’ın katılımıyla Karaca Sinemasında izledim. İddiasız ama heyecanlı bir gösterimdi. Ekip, filmden sonra seyircilerin sorularını içtenlikle yanıtladı.  O günkü izleme deneyiminden bende kalan en temel his, filmin güçlü atmosferi ve anlatımın yoğunluğuydu. Fakat bu yoğunluk, içerikle ilgili katman katman açılan ve yorumlandıkça gelişen bir yapı olduğu anlamına gelmesin. Kerr bana kalırsa daha çok yönetmenin göstermeyi arzuladığı bir duyguyu temsil eden, o hâli seyirciye de yaşatmak amacı güden bir film. Bu duygunun ya da temanın da “çıkışsızlık” olduğunu düşünüyorum. Ki Tayfun Pirselimoğlu bir söyleşide belirtiyor; bu anlatıyı öncelikle bir roman olarak tahayyül edip yazmış, sonra da ortaya çıkan yapıtın görselleşmesi gerektiğini düşünmüş. Dolayısıyla meselenin derinliğine gitmek, bu durumu tartışmak hatta giderek günümüz dünyasına göndermeler yapan, belki biraz alegorik bir öykü sunmak filmin temel derdi değil. Bir tür kapana kısılmışlığı, cevapsızlığı ve ardı arkası kesilmeyen bir saçmalığı başkarakterimizle birlikte yaşayalım istiyor yönetmen. 

Ve bu açıdan Kerr gerçekten başarılı. O tuhaflığı bize film boyunca yaşatıyor. Öykünün ana karakteri  (Erdem Şenocak) nötr kalan, yaşananlar içinde sürüklenen ve bir şeyleri düzeltmek için hiçbir şey yap(a)mayan edilgen serüvenine bizi ortak ediyor. Bu yüzden eğer her şeyin açıklığa kavuştuğu, gizemlerin çözüldüğü filmleri seviyorsanız, daha da gecikmeden söyleyeyim, Kerr size göre bir film değil.  Yapının ana omurgasına bir tür ‘nedensizlik’ hâkim. Nedenlerin sorgulanmadığı bir dünyada peşi sıra anlamsız olaylar yaşanıyor. Akıl dışı, yersiz, bağlantısız bir olaylar silsilesi. Bu olaylar, isimsiz kahramanımız babasının ölümü dolayısıyla  yıllar sonra memleketine dönünce başlıyor. Cenazeyi alıp gidecekken istasyonda bir cinayete tanık oluyor. Üstelik katil de tanığın farkında. Karakolda kısa bir sorgu, ardından kasabayı terk etme yasağı…  Ve mahsur kaldığı memlekette babasını eskiden tanıyan türlü türlü insanla karşılaşıyor. İletişimden uzak, ironik diyaloglar havada uçuşuyor. Derken hikâyeye olayların iç yüzünü bildiğini düşündüğümüz bir femme fatale karakter de giriyor. Eskiden babasının yanında çalışan bir kadın bu. Orta yaşı geçkin ve hâlâ son derece cazibeli. Kasabanın karanlığı, sisli puslu hava, soğuk, tekinsiz atmosfer kara film türüne has özellikleri tamamlıyor. Bu arada etrafta gezen kuduz köpekler yüzünden bölge karantinaya alınıyor. Kahramanımız cinayeti ve kasabadaki düğümü bir türlü çözemiyor, soruları yanıtsız kalıyor, dahası katille bir kez daha karşılaşıyor ve cinayetin baş şüphelisi hâline gelmesi işleri büsbütün karıştırıyor.

TEKRARLAR, DÖNGÜLER, ÇIKMAZLAR

Filmin dünyası biraz da adında saklı. Çünkü kerr Arapça kökenli ‘kere’ sözcüğünü, dolayısıyla buradan türeyen tekrar ve tekerrür ifadelerini çağrıştırıyor. Filmde her şey birbirini tekrarlayan ve giderek anlamsızlaşan olaylardan ibaret. Bu aslında biraz Kafkaesk bir yapıyla aktarılmış. İster istemez Kafka’nın Dava ve Şato gibi romanlarının atmosferi geliyor akla. Oradaki karanlık, yadırgatıcı ortam ve sanki bir kabusun içindeymiş gibi olma duygusu Kerr’in de alameti farikası bence. Fakat Tayfun Pirselimoğlu o akşamki soru-cevap kısmında Kafka’yla kurulan benzerliği kabul etmemişti. Ona göre etraf bunca absürtlük doluyken film de doğal olarak bu karmaşayı ele alıyor, dolayısıyla kaypak bir zeminde gerçeğin belirsizliğini vurguluyordu. Üstelik filmin zaman ve mekânı da belirsiz kılınmış. Her dönemden nesneler bir arada, radyo yayınları revaçta fakat kasabanın üzerinde helikopterler uçuşuyor. Mekânların görünümü 50’li, 60’lı yılların tasarımlarına yakın ama karakterler günümüzde yaşıyor gibiler.  Zaman zaman nereden geldiği belli olmayana bir jazz müziği duyuluyor. Bütün bu yabancılaştırıcı unsurlar “dış dünyanın mantıklı bir açıklaması yok ki!” minvalinde karşımıza geliyor. Bu kapalı anlatım Pirselimoğlu’nun sabit ve kimi kez uzun planlarıyla birleşince sanki zaman da donup kalmış gibi bir his beliriyor. Bu sebeple izlemesi biraz zor bir film Kerr. 

ETKİLİ BİR ATMOSFER 

Bu arada yazının başında söylemeyi unuttuk, Kerr geçen hafta bu yılki Oscar ödülleri için Türkiye’nin seçtiği film oldu. Zaten bu sebeple yeniden gösterime giriyor. Festival yolculuğunda çeşitli ödüller almıştı. İstanbul Film Festivali’nde ve Antalya Altın Portakal’da en iyi yönetmen, sanat tasarımı, müzik dallarında başarılı oldu. İzmir Film ve Müzik Festivali’nde de en iyi film seçildi. Fakat Akademi ödüllerinde ilk ona girebileceğine ihtimal vermiyorum. Önceki yıllarda Oscar’a gönderilen filmlerimizi düşününce çok daha iyi bir seçim fakat Hollywood bu tip bir anlatımı ve konuları fazlasıyla tüketmiş bir sinema mecrası. Kerr’in dolambaçlı ve yanıtsız yapısı Akademi üyelerine pek bir şey ifade etmeyecektir. Bununla birlikte filmin özellikle görüntü yönetimini ve sanat tasarımını övmeden geçmeyelim. Filmin görüntüleri zaten büyük bir ustaya, Theo Angelopoulos’la çalışmış Andreas Sinanos’a ait. Soğuk, bunaltıcı kasaba atmosferinde hem iç mekânlarda hem de dış çekimlerde müthiş bir işçilik var. Buna Natali Yeres’in tasarımları eşlik ediyor. Filmin zamansız dünyasını birlikte kuruyorlar. Yıkık dökük binaların içinde, genişleyip sonsuza kadar gidecek bir uzam var âdeta. Görüntünün yoğunluğu da anlatımı besliyor. Zaten sırf bu sebeple bile Kerr, büyük perdede izlenmeyi hak eden bir film. 

Bir de filmin günümüz Türkiye’sine dair bir alegori gibi okunup okunamayacağı meselesi var. Elbette filmde bununla ilgili net göndermeler yok. Belli bir coğrafyadan çok dünyaya dair bir hikâye bu. Fakat yine de bu buralı seyirci için bu ülkede yaşananları çağrıştıracak pek çok detay da mevcut. Bunlar üzerine düşünmek ve filmde iz sürmek bu açıdan keyifli bir izleme sunuyor. Sonuç olarak kolay bir film değil, seyircinin o kâbusvari atmosferi izlemeye istekli olması gerekiyor ve bittiğinde yanıtlardan çok sorular kaldığı için de bir parça ümit kırıcı ama Kerr yine de kendine has, özel bir film. Fırsat düşürüp görün derim.