1978 yılının bahar ayları.
Kaz Dağları'nın mis gibi havası.
Karpuz çatlatan buz gibi suları.
Edremit Körfezi'nin tertemiz denizi.
Şimdi uzak bir düş gibi, çocukluktan delikanlılığa geçtiğim yıllar.
Edremit Akçay'da, dedemin erik, mandalina, kayısı, vişne ağaçlarıyla donattığı, begonviller, sardunyalar, karanfiller, güller, ortancalarla dolu, iki adet süs havuzunun dekoru tamamladığı iki katlı, yazları pansiyon olarak kullanılan evindeyim.
Büyük dayımın müthiş bir kitaplığı var. Çizgi romanlardan tutun, çocuk klasiklerine, Rus edebiyatından Yunan Mitolojisi'ne binlerce kitap. Benim gibi okuma delisi bir çocuk için bulunmaz hazine.
Siyasi kamplaşmanın sertleştiği, sağ-sol çatışmasıyla her gün çok sayıda gencin öldüğü yıllar. İki ablam Ankara'da üniversite okuyor. Abim ile ben Edremit Lisesi'ne gidiyoruz. O lise kısmında, ben ortaokul. Siyasi kamplaşma ortaokul öğrencilerine kadar inmiş durumda. Anne-babaların yürekleri ağzında.
Hafta sonları ve yaz tatilinde dayımda kalmaya bayılıyorum.
Özden Dayım (nur içinde yatsın) kitaplara düşkünlüğümü biliyor ve okumam için teşvik ediyor. O yaşlarda da tarihe meraklıyım. Dayımdan milli mücadeleyi anlatan bir kitap istiyorum.
Ben bir tarih kitabı beklerken, "Bir de bunu oku bakalım beğenecek misin diyerek" elime Nazım Hikmet'in "Kuvayı Milliye Destanı"nı tutuşturuyor. Bugün hala ezberimde şu dizeler;
 

"Onlar ki toprakta karınca,
suda balık,
havada kuş kadar
çokturlar;
korkak,
cesur,
câhil,
hakîm
ve çocukturlar
ve kahreden
yaratan ki onlardır,
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır."

Ve onların hikayesini o gün, oracıkta, bir solukta okudum.
O güne kadar edebiyat öğretmenimizin anlattıkları dışında başka bir şiirin var olduğunu da öğrendim. Öyle ya; şiir sadece divan edebiyatı değildi, sadece sevgiliye, aşka ve vatan sevgisine dair değildi. Şiir yaşama dairdi. Şiir insana dairdi.
Ve Nazım bana insanı, aşkı, vatan sevgisini, emeği, sömürüyü, ihaneti ve yaşamı öğretti dizeleriyle.

"Ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
bu dünyanın üzerinde."

Gün geldi, âşık oldum, Nazım'ın dizeleriyle açıldım sevdiğime, gün geldi terkedildim. Yine onun dizeleriyle sitem ettim sevdiğime;

"Büsbütün unuttum seni eminim
Maziye karıştı şimdi yeminim
Kalbimde senin için yok bile kinim
Bence sen de şimdi herkes gibisin"

Gurbete gittim, sevdiklerimden ayrı düştüm, hasret çektim, yine Nazım'a sarıldım, onun dizelerinde buldum teselliyi…

"Sen esirliğim ve hürriyetimsin,
Çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin,
Sen memleketimsin.
Sen ela gözlerinde yeşil hareler,
Sen büyük, güzel ve muzaffer,
Ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin."

Gün geldi evlendim, oğlum oldu.
Gururum, sevdam, onurum.
Çok sevdiğim babamın ve en büyük tutkumun adını verdik ona…
Turan Özgür…
Bugünden yarına mirasım olacaktı Özgür'üm…
Tam da onun dizeleri gibi…

"Ben sadece ölen babamdan ileri,
doğacak çocuğumdan geriyim,
ve bir kavganın adsız neferiyim…"

Nazım'ın da dediği gibi, Özgür 18'ini doldurduğunda beni çoktan aşmıştı. Benim hala daha okuyamadığım pek çok kitabı yalayıp yutmuştu. Hukuk Fakültesi'ni kazandı, Cumhuriyet Savcısı olmak istiyordu. "Cumhuriyet'in savcısı olacağım, egemenlerin değil" diyordu.
Nazım'ın şiirinden bestelenen ve Cem Karaca'nın söylediği "Ben Bir Ceviz Ağacıyım Gülhane Parkı'nda" şarkısını çok severdi. Ankara'dan İzmir'e geldiği son görüşmemizde birlikte kafaları çekip Alsancak sokaklarında bağıra bağıra söylemiştik ikimiz:

"Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda,
Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.
Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril,
Koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana…"

Onu son görüşümdü. 2008 yılında 31 Aralık'ta Ankara'da yılbaşı gecesi 6 arkadaşı ile birlikte doğalgaz kaynaklı karbon monoksit zehirlenmesinden dolayı bu dünyaya veda etti.
Aç gözlü müteahhitlerin, işini savsaklayan memurların, liyakat yerine tarikat esas alınarak göreve getirilen at hırsızı kılıklı bürokratların elbirliği ile 7 pırıl pırıl genç yaşamlarının en güzel döneminde aramızdan ayrıldı.
13 senedir kavgamız sürüyor…
Mahkeme salonlarında tehdit de edildik, 7 kez değiştirilen bilirkişi raporlarına rağmen sonunda hatalı olduğunu devlete kabul de ettirdik. Ama bu başka bir yazının konusu…
Nazım Usta'nın dediği gibi veda edeyim yazıma…

"Seni düşünmek güzel şey
ümitli şey
dünyanın en güzel sesinden
en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey…
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
ben artık şarkı dinlemek değil
şarkı söylemek istiyorum…"

Canım oğlum, ela gözlü Efem.
Birlikte şarkı söylediğimiz o güzel günlerin hasretiyle, yeniden bir araya gelene dek, sen cennetinden söyle şarkılarını, tam yüz bin elinle dokun bana ve gözyaşlarıma…