Kurumsal hayatı terk ettikten sonra zaman kavramımı yeniden şekillendirmem epey vaktimi aldı. Hatta bazı durumlarda hâlâ zaman kavramının beni ele geçirdiğini söylemem mümkün. Sadece artık daha bilinçle yaklaşabiliyorum ve kendimi o hızla geçen zamana kaptırmamaya gayret ediyorum.

Neydi bu kurumsal hayattaki zaman kavramım?

Malum, ben de herkes gibi sabahın karanlık bir saatinde kalkıp gözümü zar zor açarak, ofise ve o günkü toplantılarıma uygun kıyafetler giyerek, makyajımı aksatmadan, kendimi benim gibi bir sürü insanı taşıyan servisin uyuyan kollarına atıyordum. Bu saatlerimi okuyarak “değerlendirmek” istesem de teslim olduğum uykulu hal buna izin vermiyor, bizi penceresiz veya penceresi kısıtlı ofislerimize taşıyan servis vakitleri bir şekilde geçiyordu.

Sekiz civarı iş başı yaptığımda uzun süre bu zamanı bir savaş alanı olarak tanımladım. Sekizde bir savaşa giriyor ve akşam altıda bu savaştan çıkıyordum. Bilgisayarımın araç çubuğunu üç satıra genişletmiştim açık olan çalışma dosyalarımı görebilmek için. Aynı anda kaç işle ilgilendiğimi bilmiyor, gün içinde bir sürü telefon ve görüşme ile gün sonunda kendimi yine servise fırlatılmış buluyordum.

Bu sürenin içinde toplantı yapmaktan iş yapmaya fırsat bulamadığımız günler de oluyordu tabii. Her toplantı yapılacaklar listeleriyle son buluyor, yapılacaklar listesi hiç temizlenmiyordu.

Akşamlar ödül gibiydi. Dışarı çıkıyor, arkadaşlarımızı görebiliyor, alışveriş yapabiliyor, sinemaya, tiyatroya gidebiliyorduk. Hatta haftalık, aylık rutinlerimiz de vardı. Her cuma film gecesi, en yakın arkadaşınla her hafta baş başa yemek, arada kızlar gecesi, arkadaşlar; liste uzar gider…

Bir de hafta sonu vardı ki o iki günde hafta içi yapamadığımız her ne varsa yapabilecektik ve zaman çok iyi yönetilmeliydi. Ailene, sevgiline, yapılacak işlerine vakit bulunmalıydı, kendine pek bulmasan da olurdu, zaten yapamadıklarını yapmak, görüşemediklerinle görüşmek değil miydi bu “boş” zamanlar?

Şirketten ayrıldığım gün birkaç kişiyle şakayla karışık “Allah kurtarsın” diye vedalaştığımı hatırlıyorum. Tabii, Allah öyle hemen kurtarmıyor, hapishaneden çıkmak zihnindeki hapishaneye çözüm olmuyor.

Sudan çıkmış balık gibi kalmıştım akrep ve yelkovanın hükümranlığından çıktığımda. Ofis saatlerinde ofis dışında bir hayatı bilmiyordum. Ofis saatleri dışında bir yaşamı tahayyül edemiyordum. Bu sebeple sabah erkenden çalan saatlerle uyanıp kendimi “düzene” sokmaya devam ettim. Kimse bana kalk demiyordu, o güne yetişmesi gereken hiçbir şey yoktu, istediğim kadar film izleyebilir, istediğim kadar kitap okuyabilir, istediğim her şeyi yapabilirdim; ama ben planlayarak ayrıldığım işin ertesi gününde – hiç de farkında olmadan – sistemi devam ettirmeye karar vermiştim.

Pandemi bu sisteme alışık olanları geleceğin belirsizliğinin yanında bu açıdan da vurmuştu. Sistemin devamlılığını sağlamaya çalışırken herkes yapamadığı yetişemediği ne varsa yapmaya, o kurstan bu kursa, o kitaptan bu kitaba, müzeden müzeye gezmeye başlamıştı evinin içinde. Uzaktan çalışanların artması ve hafta sonu yasaklarıyla birlikte bütün günler birbirine benzemeye başladı, sabahlar akşam, akşamlar sabah olurken şirketler çalışanlarını evlerinde çoluk çocuk onca hengameyle birlikte yine 8-5 masada tutmanın yollarını buldu ve “online” olmak her an ulaşılabilir olmak halini aldı. Yani zaman işleyen sistem için öyle çok da değişmedi; belki sistemin masraflarını bir yandan kısarken çalışma süresine de “kendince” olumlu bir katkı bile yaptı.

Geçen gün hafta sonu kavramının tarih içinde gelişimine dair bir şeyler okurken ardından önüme çıkan Avrupa ülkelerinde şirketlerin evden çalışan kişilerin çay, kahve, tuvalet kâğıdı masraflarının karşılanıp karşılanmamasına dönük haberlerini görünce kendi gündemlerimizle birlikte farklı ülkelerin gündemlerini görmek çok farklı açılardan düşündürdü beni.

Sistem agresif, yaşam alanı bulmak zor. Hele pandeminin getirdiği diğer başka zorluklarla beraber, kendi gündemimizin de katkısıyla epey zor günlerden geçiyoruz. Zaman kavramımızın nereye nasıl evrileceğini, çalışma şekillerinin nasıl değişip yerleşeceğini henüz tam bilmiyoruz. Bu doğrusal zaman içerisinde kendi zamanlarımızı yaratmaktan ve zamanı yavaşlatmaktan bahsedecektim bu hafta ama yerimiz kalmadı. Umarım bu tablo zihnimizin ve sistemin bize çizdiği zamanı görmenize ve son 1,5 yıllık öğrenimlerimizle birlikte hayatınızda zamanı yeniden düşünmenize vesile olur…