Türkiye’nin Suriye’yle normalleşme isteği üzerine çeşitli açıklamalar, haberler yapıldı. Geçen hafta Şam merkezli El Vatan Gazetesi’nin; Rusya, Türkiye ve Suriye bakanlarının Moskova’da yaptıkları görüşmelerin sonucu olarak, TSK’nın kuzeyden çekileceği yönünde yaptığı haber de tartışılmaya devam ediyor.

Teyit edilmemiş ama reddedilmemiş haberde, “Türkiye, Suriye’den çekilecek”, “Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı gösterecek”, “M-4 Karayolu açılacak”, “PKK, iki başkent tarafından da tehdit unsuru olarak kabul edilecek” maddelerinin taraflarca kabul edildiği iddia ediliyor. Eski El Kaide liderleri tarafından kurulan Ahrar uş-Şam örgütü ise müttefik olarak adlandırdıkları Türkiye’nin, Suriye hükümetiyle sözleşmesini tahayyül bile edemediklerini açıkladı.   

Yapılan açıklamalar ve haberler ile yeni senaryolar türeyecektir. Elbette bu sisli hava komplo teorilerine de zemin hazırlayacaktır.  Girift ilişkiler sonucu ortaya çıkan olasılıklar üzerine kafa yorulacak, yeni gelişmelere dair tahminlerin sayısı artacaktır.

Dünü ve bugünüyle…

Türkiye’nin girift ilişkilerin ortasında neden kaldığı, bataklığa niçin saplandığını tartışmamız tam da bu nedenle gereklidir. Sisli havayı dağıtacak olan geçmişten ders alarak geleceğe adım atmakla mümkün olacaktır. Suriye’ye müdahalenin ilk gündeme geldiği zamanlarda, politik atmosferin hatırlanması da yararlı olacaktır.

Türkiye, 2012 yılında üç ana eksende tartışma yaşamıştı. Birinci eksen, AKP ve düzen partilerinin tamamı; savaş tamtamları ile “Şam’da namaz kılacağız” çığırtkanlığı yaparak müdahalenin gerekli olduğu, karşı çıkanın hain olduğu bir atmosfer yaratmıştı. İkincisi eksen ise Arap dünyasındaki halk ayaklanmalarını emperyalistlerin oyunu olarak değerlendirerek sözüm ona “sol”culukla, halk düşmanı rejimlerin diktatörlerine sarılarak “boyun eğme” diyerek sağcılığa savrulmuştu. Üçüncü eksen ise, Suriye’ye her türlü müdahaleye karşı çıkan ancak diktatörlerinin de desteklenmemesini gerektiğini söyleyerek, Suriye halkının kendi kaderini kendi tayin etmesi gerektiğini düşünen gerçek sosyalist ve demokratların ekseniydi. 

Yazının başında da ifade edildiği üzere gelinen noktada, “Şam’da namaz kılacağız” diyenlerin boş bir hayale kapıldığı anlaşılarak, bataklıktan çıkmanın yolları aranmakta ya da öyle gösterilmektedir. Elbette böylesi bir bataklıktan çıkış, heyecan ve hezeyanla girmek kadar kolay olmayacaktır.

“Sol”culuk sağcılık doğurmuştur

İkinci yaklaşım ise diktatörleri savunmanın emperyalistlere darbe olacağını iddia etmiş ancak tersine Suriye gibi ülkeler diktatörleriyle birlikte emperyalistlere iyice bağlanmıştır. Elbette bu yaklaşıma göre ABD tek emperyalist güçtür! Rusya-Çin gibi ülkeler, Ukrayna Savaşı’nda olduğu gibi akıl almaz biçimde emperyalist bir güç olarak görülmemiştir. Suriye halkı diktatör Esad’dan kurtulamadığı gibi emperyalistlerin güç savaşı arasında kalarak, kendi diktatörüne Fehim Taştekin’in deyimiyle “Diren kal” demiştir. “Sol”culuk, sağcılık doğurmuştur. 

Gelinen nokta göstermiştir ki, halkların gerici iktidara karşı mücadele etmesi amasız fakatsız desteklenmelidir. İç ve dış gerici güçlere -ve onun şeriatçı biçimli taşeronlarına- karşı halklar arasında dayanışma kurulmalıdır. Bir halkın ancak başka bir halk özgürleştiği kadar özgür olabileceğini göstermesiyle üçüncü eksen haklı çıkmıştır. Birinci eksen bataklıktan beslenerek, ikinci ekseni de içine alarak bataklığı büyütmüştür. Bugün zayıf da kalsa bataklığı kurutmanın tek yolu üçüncü eksende ısrar etmektir. Emperyalistler arasında yaşanan çatışmaların senaryoları tartışıladursun, bu çelişki ve çatışma ortamında “Halklar için yeni bir bahar doğabilir mi?” sorusuna cevap arayalım. Eksenden kaymayalım yeter.