Öykü yıllar yılı romanın kısası diye anlatılmış, bir dönem okuru çok azalmış, kısa diye tercih edildiği olsa da romana karşı bir adım geride kalmış bir tür… Öyle ki ilk başta öykü diye basılan kitapların daha sonra roman diye basıldığını, benim çocukluğumda pek de bilinmeyen novella adının artık çok daha fazla bilindiğini biliyoruz. Son dönemde ise özellikle genç yazarların öyküye hak ettiği değeri yeniden kazandırmaya başlamış olduğunu görmek bir öykü yazarı olarak beni de mutlu ediyor.

14 Şubat Dünya Öykü Günü etkinlikleri kapsamında düzenlenen 1. Alaçatı Öykü Günleri geçtiğimiz hafta sonu Alaçatı Meydanı’nda düzenlendi. Edebiyatın ve sanatın çeşitli alanlarından yazarların, şairlerin, oyuncuların ve müzisyenlerin bir araya geldiği etkinlikte belirlenen konu başlıkları dahilinde bir dizi söyleşi yapıldı.

Bugün burada yazacaklarımdan farklı şeyler konuşmuş olsak da böyle ortamlar son derece düşündürücü ve öğretici oluyor. Edebiyat üzerine kafa yoran, dünya hakkında bir fikri olan, başka fikirlerden beslenmesini bilen veya beslenmek isteyen, hele de düşünen ve yazan biriyseniz zaten insanın olduğu her yer sizin için biçilmiş kaftan; çünkü herkesin bir hikâyesi var!

Peki, öyküyü ne kadar tanıyoruz? Öykü romanın kısası mı gerçekten? Yazılan her kısa metin öykü olur mu? Herkesin hikâyesi var da herkesin öyküsü olur mu?

Öykü her şeyden önce edebi bir tür. Dolayısıyla estetik kaygısı var. Bedenimizden toprağa, suya, doğaya her şeyin içinde bir matematik olduğunu düşünürsek, elbette bir de matematiği var. Öyle kurallar bütünü bir matematik değil ama kastettiğim; üstüne kafa yorduğunuzda, biraz inceleme yaptığınızda idrakle yerleşen, belki biraz da sezgisel bir şey. Yani yazılan her kısa metin öykü değil, bir hikâye anlatsa da…

Öykünün genelde kısa olduğu doğru; ama onu boyutuyla sınırlarsak 150-200 sayfalık öyküleri ne yapacağız? Üstelik 150-200 sayfalık romanlar da varken? O zaman öykü, demek ki romanın kısası da değil. Roman, yazarına derdini anlatması için çok daha geniş bir alan tanıyor. Oysa öykü o alanı daralttığı yerden kendini genişletiyor. Farklı anları sığdırıyor içine, o anlardan bir anlam yaratıyor ve usul usul son vuruş anını bekliyor. İşte o son vuruş, en leziz öyküleri doğurabiliyor. Böylesi bir öykü, bittiği yerde yazılıyor.

Metaforları da var öykünün. İmgelerle süslenmiş, ince ince detaylanmış bir öykü, anlamını genişletiyor. Katmanları arttıkça farklı okurlarda farklı şekilde yazılmaya ve çoğalmaya devam ediyor.

Ve öykü, anlattıkları kadar anlatmadıklarıyla da öykü olur. Öyküyü öykü yapan, dar alanında onu genişleten şey boşluklarıdır, anlatmadıklarına sakladıklarıdır. Bu sebeple yazarına “iyi öykü” için emek vermesi gerektiğini hatırlatırken okurundan da emek ister. Kısa diye tercih edilir belki ama bir otobüs yolculuğunda da hakkıyla okunamayabilir.

Herkesin öyküsü yazılabilir, öykü yazmak istediğiniz sürece… Karakterleriniz, meseleniz, öykünün kokusunu aldığınız yer ve bakış açınız dilin lezzetiyle bütünleştiğinde edebi bir haz gelir okuyana da yazana da…

Öykü gününde, bir öykücü olarak öyküyü yüceltmem diğer türlere haksızlık ettiğimi düşündürmesin. Türlerin çeşitliliği, geçişkenliği, birbirinden beslenmeleri, her birinin ihtiyaçları ve okur ve yazarın onlar karşısında ve onlarla birlikte anlam arayışı edebiyatı edebiyat yapan şeylerden biri olsa gerek…

Bu keyfi almak elbette zamanla oluyor. Hiç öykü okumadıysanız ya da okuma alışkanlığınız yoksa ilk anda yüksek bir haz gelişmesini beklememek lazım. Ama daha çok ve daha kaliteli okumayı da okumak sağlıyor işte. Yeter ki bir yerden başlansın…

İnsanlar, kurumlar, iktidarlar, devletler geçici… Kalırsa yarına bir hikâyemiz kalacak; belki de öykülerimiz, eserlerimiz… Ve bizi içinde bulunduğumuz durumdan, önyargılarımızdan, ayrıştırıcılığımızdan, yine edebiyat, yine sanat kurtaracak…