Son dönemlerde ay başlarında kitap kuleleriyle daha sık karşılaşır oldum. Sosyal medyada yayılan bu alışkanlık ya da akım kişilerin bir önceki ay okudukları kitapları üst üste koyup fotoğrafını çekmeleri ve paylaşmalarıyla ortaya çıkıyor.

Buraya kadar her şey normal. Kitap tavsiyesini nasıl vermek gerekir, vermek gerekir mi başka bir konu ama kişi okuduklarını paylaşarak başkalarını belli kitaplardan haberdar edebilir, unutulan bazı kitapların hatırlanmasına vesile olabilir. Tabii burada bu sadece yazar ve kitap ismi ile yapılıyor… Yoksa bu kulelerin içerikle pek alakası yok ya da henüz ben görmedim.

Bana tuhaf gelen bu kulelerin uzunlukları… Sonuçta ortalamanın üzerinde okuyan bir kişiyim. Üstelik işim gereği de bir sürü okuma yapıyor, yeri geliyor bir kitabı birkaç defa okuyor ya da kendi zevkimle seçip okumayacağım kitaplar okuyorum. Ancak kulelerdeki kitapları görünce kalın kalın klasiklere bir de düşünce kitapları eklenince insanda ister istemez sorular oluşuyor.

Sosyal medyanın olumsuz taraflarından biri bu. İnsanlara kendini yetersiz ve eksik hissettirmesi. Ben neden yapamıyorum? Ya da bende bir sorun mu var, diye düşündürmesi… Okuyana, okuyabilene saygım, takdirim ve hayranlığım olmakla birlikte gelin aklıma takılan başka bir soru üzerinden ilerleyelim.

Niceliklerini sergilediğimiz bir okuma deneyiminde okuduklarımız üzerinde yeterince düşünecek ve sindirecek zamanı ne kadar ayırabiliriz? Yeterince ayırıyor muyuz?

Okumak aktif bir deneyim. Konuyu, hikâyeyi ve bağlamı takip ederken zihnimizde ortaya çıkan çağrışımlar, deneyimlerimiz, bilgilerimiz, düşüncelerimiz hepsi aktif bir süreçle yenileniyor. Zihin bazı karşılaştırmalar yapıyor. Kendi düşüncelerini sorguluyor. Farklı düşüncelerle yenilerini yan yana getirip uygun şekilde düzenliyor ve kişi en sonunda kitabı sevip sevmediği, ondan ne anladığı, kendine kitaptan ne ve nasıl bir duygu kaldığı, nelerini sevdiği, nelerini sevmediği konularında belli fikirler oluşturuyor. Ve kişi kendini sıradaki okumasına hazırlayan bir ruh haline giriyor.

Şahsen ben bazı kitaplardan sonra bir şey okumak istemiyorum, çünkü hâlâ o kitabı sindirmekte oluyorum. Ya da sırada beni bekleyen kitabımın önüne başka bir kitap geçiyor. Çünkü okuduğum sonucunda aklımda oluşanlar başka bir alanda biraz daha okuma isteğimi tetikleyebiliyor. Hal böyle olunca okunan kitapların yanına yeni alınanlar, eskilerden karıştırılanlar, yarım kalanlar ve aynı anda okunmakta olanlar eklenip duruyor.

Okuma deneyimimizin algısını nicelikten çıkarıp niteliğe getirmemizin hayatımızı epey dönüştüreceğini düşünüyorum. Dönüşümden kastım düşünme alışkanlıklarımız üzerinden… Derin derin düşünemediğimiz, yazarını merak edip araştıramadığımız, bizi bazı konularda yeni okumalara açmasına fırsat vermediğimiz bir okuma deneyiminin biraz eksik kalacağını düşünüyorum. Oysa kitaplar üzerine düşünüp düşünceler arasında gezinmeye, o düşüncelerin kendi zihnimizde yerlerini bulmasına izin vermeye başladığımızda düşünme alışkanlıklarımızın dönüşümü kaçınılmaz olacaktır. Üstelik düşünmek ezber bilgiden her zaman daha iyidir.

Kitap kulelerine kitap sayısı niceliği yönünden katkısı yüksek, sayfa sayısı açısından katkısı düşük bir seriden bahsedeyim o zaman size.

Edisyon Kitap bir süredir Derin Düşün adlı bir seri yayımlıyor. Danimarka’da Aarhus Üniversitesi Yayınları iş birliği ile Türkçeye çevrilen eserlerin her biri bir konuyu ele alıyor. İlk kitap “Mutluluk” idi; sonra “Yaş” geldi; ardından da “Aşk” ve “Beyin”. Kitaplar 64 sayfalık incecik kitaplar. Ancak okurun bir konuyu farklı açılardan ele almasına, o konu hakkında uzun uzun düşünmesine vesile oluyor. Verdiği referanslarla birlikte yeni okumalara da kapı aralıyor. Bazen epey Kuzeyli kalıyor bazen de tam içimizden bir şeyden bahsediyor. Konular evrensel, insan her yerde insan…

Kitap kulelerini ve okuduklarımız üzerine ne kadar düşündüğümüzü sorgularken Edisyon’un bu serisi geldi aklıma. Seriden sıradaki kitabım Beyin. Kim bilir belki yeni düşünceler de eklerim zihnimin kulelerine…