Yaşam alanlarımızı, alışkanlıklarımızı, sevdiklerimizle bir arada olmamızı, en temel ihtiyaçlarımızı kısıtladıkça pandeminin neredeyse her konuşmada gündemimizde olması şaşırtıcı değil. Hele de artık yoksulluğun ve açlığın arttığı, eşitsizlik ve adaletsizliklerin günbegün daha çok su yüzüne çıktığı şu günlerde.

Son dönemde epey sıkıldığımızı ve sıkıştığımızı gözlemliyorum. İşleri iyi-kötü/biraz olsun yolunda gidenler bile şükretseler de sıkıldıklarını gizleyemiyorlar artık. İnsan dayanma sınırlarında pek çok şeyle sınanıyor.

Tam kapanmanın son günlerinde ben de online düzenlenen bir buluşmaya katıldım. Konumuz “İnsan olma halleri” idi, açık bir çağrıydı; çok sıkıldık, çok özledik, insanlarla buluşmaya susadık; gelin başından sonuna pandemide ne yaptık, ne yapamadık, şu an ne haldeyiz konuşalım, yalnız olmadığımızı anlayalım diyordu bir ses…

Pandemi dönemi birçok duyguyu bir arada, zaman zaman iç içe yaşamamıza sebep oldu. Daha birini tam hazmedemeden bir diğeri ile buluştuk. Yakın veya uzak çevremizde hastalananlar, hayatını kaybedenler, yaşanan stres, işsizlik, kaygılar derken geldiğimiz noktada hepimiz belli süreçlerden geçtik geçmeye de devam ediyoruz.

Online olarak yaptığımız buluşmada yeniden fark ettim ki insanlık hallerimiz birbirinden o kadar farklı ve birbiriyle o kadar aynı ki…

Kahramanın Yolculuğu ile tanıdığımız Joseph Campbell; yıllar boyu anlatılmış mitlere ve hikâyelere bakıp aynı öykünün sonsuz çeşitlilikte anlatıldığını keşfetmişti. Bir sürü öykü vardı ve hepsi özünde insanı anlatıyordu. Üzüntülerimizi, hırslarımızı, arzu ve heveslerimizi… Bizi… Ve biz anlatılan o öykülerdeki hangi kahramanla kendimizi daha çok özdeşleştirebilirsek o kahramanın peşinden ilerliyorduk sanki kendimizmiş gibi… Onun hüznüyle hüzünlenip coşkusu ve hırslarıyla maceranın peşine düşüyorduk.

Tam da buradaki gibi; bir araya geldiğimiz, birbirini hiç tanımayan insanlar bir-bir buçuk saat kim olduklarından bağımsız kendilerini ve yaşadıkları duyguları anlatabilmiş, o hikâyeler de birbirinden çok farklı da olsa bir yerden herkesin yüreğine dokunmuştu. Hikâyelerin gücü küçük sohbetlerde bile ortaya çıkıyordu.

Bu durum bana kurmaca okumayı iş hayatına girince gerilerde bıraktığını – kurmacayı lise çağlarına gömdüğünü; artık iş kitapları okuduğunu söyleyen birini hatırlattı. Hatta kurmacaya burun kıvırarak söylemişti bu söylediklerini. Bu beni şaşırtsa da hâlâ şaşırabilme özelliği bana aitti ve böyle insanların olduğunu biliyordum.

Geçenlerde Neil Gaiman’ın bir konuşma metnini okuduğumda ise bunun evrensel bir durum olduğunu da bir kez daha görmüş oldum. Kurmaca metinlere bir kaçış edebiyatı olarak bakanlar, fantastik olanı küçümseyenler, kurguya kıymet vermeyenler…

Bu kadar insani olanı okurken insani olandan bu kadar kaçışımız, onu küçümseyişimiz niye? Ya da kaçış edebiyatı denilen şey gerçekten bir kaçış olsa ve o kaçtığımız yerde kendimizi bulsak mesela?

İnsanların bir araya gelmeye ihtiyacı var. İnsanın insana ihtiyacı var. Hikâyelerin birleştirici gücü yalnız olmadığımızı hatırlatıyor bize veya hiçbir yere gidemezken gidilecek bir kapı açıyor başka diyarlara…

Belki de birbirimizle insan olma hallerimizi konuşmanın, varsın kaçış desinler hikâyelere sığınmanın tam zamanıdır belki… Belki… Biliyorum çok sıkıldık…