Bu hafta, İz Gazetenin henüz internet haber yayıncılığı yaparken başlattığı ‘İz Bırakanlar’ ödül töreni vardı. Kente olumlu dokunuşları, fikirleri, eylemleri olan bir grup insan bu ödülü aldı. Öncekilerde bulunmadım ama bu yıl İzmir Sanat’ta 4. yapılan törenin başlamasını beklerken, ortamın bende bıraktığı izlenimleri değerlendiriyordum.

Salonun 310 koltuğunun dolu olması, görüntülü kutlama masajı gönderenlerin çokluğu ve söylemlerin içtenliği, kısıtlı imkanlara rağmen amatörlükten uzak bir organizasyon yapılabilmesi ve hepsinden önemlisi, bir avuç idealist İz Gazete çalışanının bu iş için başından beri canla başla koşuşturması… İçimi ısıttı, gazetecilik adına umutlandım.

5 aydır karınca, kararınca bu ekibin bir parçasıyım. Haftalık yazı ve arada bir röportajlarla bu ekibe destek vermeye çalışıyorum. Bu süreçte görebildiğim, başta Ümit Kartal ve Cihan Samgar olmak üzere, kendileri küçük ama emekleri çok büyük genç ekibin, iyi bir gazete yapabilmek, var olmak daha önemlisi, kalıcı olabilmek için nasıl çabaladığıydı. Geçmişte iki bölge gazetesinin çıkış sürecinde yer almış hatta birinin doğumunu neredeyse tek başına yapmış biri olarak bu sürecin zorluğunu çok iyi bilirim. Tanınmak kadar güven kazanmak da önemlidir, ilişkileri dengeli tutmak, objektif olabilmek, kentin nabzını tutmak, beklentileri ve öncelikleri iyi değerlendirmek… Hepsi ‘İZ’ bırakmanın koşulu, ve ‘kalıcı’ olmaya giden yolda olmazsa olmaz gazetecilik prensipleridir.

Gururla izlediğim ödül gecesinde aklımdan geçen bunlardı ve ben de kişisel olarak ‘İZ BIRAKANLAR’ ödülü vermek istedim. Ödülümü, kısa sürede çok yol kat eden, genç gazeteci kardeşlerime; İZ GAZETE emekçilerine vermeyi uygun gördüm, kabul ederlerse… Aralarındaki sıcak, samimi ilişki, dayanışma duygusu hep var olsun, İzmir’de İZ bırakmaya devam etsinler.

Depremi de ‘din, iman, kader’ e bağladık, oh ne rahat!..

Din, kişinin sadece kendi iç dünyasında yaşadığı bir olgu olmaktan çıkıp, toplumları yönetmek, yönlendirmek için kullanılmaya başlandığında artık maneviyatla ilgisi de bitmiş demektir. Böyle durumda din, yönetenlerin, muktedirlerin elinde ‘kullanışlı’ bir argüman haline gelir. Toplumdan ‘düşünmeleri’ değil, sadece’ inanmaları’ beklenir. Neye inanacakları ise yönetenler tarafından, sözde din adamları eliyle toplumlara dayatılır.

‘Ne alaka’ demeyin… Elazığ,Malatya depremi olduğundan beri susmayan lağım ağızlı sözde din adamlarını bir kenara koyuyorum. En tepedeki yönetici Erdoğan, depremi ve can kayıplarını ‘kader’ olarak gören, halka sadece ‘inançlı olmalarını’ tavsiye eden bir havada!.. Depremden değil, ihmalden can veren yurttaşlarımız ‘şehit’ ilan edilip, kalanlar ‘din üzerinden’ sakin, sabırlı, kaderci olmaya çağırılıyor. Ne güzel böyle ülke yönetmek, depremi de bağla ‘din, iman, kader’e, sorumluluk teflon tava üzerlerinden sıyrılıp aksın!...