Bu köşede bugüne kadar ulaşım, demokrasi ve hak kelimelerinin bir arada geçtiği birçok yazı kaleme aldım. Bu üç kelimenin yan yana geldiği kavramlardan “demokratik ulaşım hakkı” ve “ulaşımda demokratik alan paylaşımı” bunlardan en çok dile getirdiklerimdi.

Son yazdığım yazıda da toplu ulaşımın aslında bir kavram olarak bir şehirde nasıl demokrasi üreten bir yapıya sahip olduğunu anlatmaya çalışmıştım. “Ortak, eşit katkı ile eşit paylaşım, eşit fayda” prensibinin demokrasiyi nasıl beslediğini, toplumun çeşitli katmanlarına bunu nasıl empoze ettiğini ifade etmiştim. Tesadüf müdür bilinmez, bu yazıları yazarken bir gün toplu ulaşımın bir unsuru olan raylı sistemin toplumu demokratlık sınavına sokacağını tahmin etmemiştim. Ama oldu.

Önce temel kavramlardan bahsetmek şart. Çünkü toplum terazisini, izanını kaybedeli epey oldu. Ayarımız çoktan kaçtı, hareket noktamızı kaybedeli çok oldu.

Hak dediğimiz şeyin kriteri neredeyse tektir. Hak kavramı (eğer insanları ilgilendiren bir konu hakkında konuşuyorsak) temelini ”insan olmak” tan alır. İnsana yaraşır durumların dışına çıkıştır bir anlamda haksızlık. İnsana layık olmayan muamele, insana layık olmayan yaşam şartları, insana layık olmayan koşullar vb. haksızlık kavramı içine girer. Öte taraftan insanın bunların aksine kendisine yaraşır her türlü şart ve ortamda var olma durumu da onun hakkıdır. Eğer insan kendisine layık olamayan tüm durumlara karşı çıkıyor ve bunun için direniyor, daha iyisini, en azından standardı istiyorsa bu hakkını aramaktır.

Bugün yaşadığımız ülkede asgari geçim şartları her yaşam biçiminde insan için (bekar, evli, evli ve çocuklu olarak) belirlidir. Burada asgariden kasıt insan onurundan ödün vermeden yaşamanın sınırıdır. Öte yandan dünden bugüne son dört-beş aydır döviz kurunun durumu, temel gıda maddelerindeki fiyat artışları, enerjideki fiyat artışları ve dolayısı ile hizmet sektöründeki fiyat artışları bellidir. Ülkede son 5 aydır hemen hemen her şey %50 ve üstü zamlanmıştır. Bu olan biten karşısında yıllık enflasyonun (artık sepette neler varsa) %20 olarak çıkması hemen hemen kimseye inandırıcı gelmemiştir.

Bugün içinde bulunduğumuz yaşam şartlarının altında ya da üstünde olan insanların sayısı, ülkede insanca yaşamanın kriterini belirlemez. Şartlar bellidir, asgari de bellidir üstü de bellidir, devlet için ideal amaç asgari şartların altında kimsenin kalmamasıdır. Çizginin altında olanların her zaman için emek/hak birliği kapsamında hakkını araması normal ve hatta kutsaldır.

Hak dediğimiz şey amasızdır ve koşulsuzdur. Nasıl "insan ama...” diye bir cümle kurulamazsa “haklı ama...” diye de bir cümlenin kurulması ahlaken mümkün değildir. Bu şekilde cümle kuranların, hakkın tepesine başka koşullar ve önüne olmazlar koyanların ahlakından bahsetmek de mümkün değildir.

Gelelim hepimizi demokratlık sınavına sokan ve hak arama kavramının ne olduğunu hatırlatan İzban grevine.

Sosyal medyada, çeşitli Whatsup gruplarında yüzde artışından, bordrolara, zam tekliflerinden, siyasi oyunlara kadar konuşulmayan şey kalmadı. Bu konuşulanların arasında telaffuz edilen kelimeler, ortaya konulan anlayışlar, sergilenen tavırlar aslında bu yazının konusudur.

Bir kesimin argümanı şu ;

“Böyle hak aramak olmaz. Başkasını mağdur ederek hak aranmaz” Bunu söyleyenler Gezi döneminde olan biten her şeyi alkışlayanlardı. O günlerde benimde sokakta olduğum zamanlarda bu alkışların içine Lozan’da parçalanan Eshot otobüsleri, Alsancak’ta camları kırılıp aynaları kırılan sprey boya ile boyanan otomobiller, camları kırılan dükkanlar da dahil. Ben o günlerde, bugün “böyle hak aramak olmaz” diyenlerin içinde olanların hiç kimsenin o gün yaptıklarımıza itiraz ettiklerini görmedim. Aksine en önde alkışlayanlardı. O zaman söyleyelim; o gün hak aramanın yolu hayatı durdurmaktı çünkü bir çok farklı kesimden gelen on binlerin sokakta ortaklaşa yapabileceği ortaklaşa tek eylem biçimi oydu. Sokaktakiler o gün de haklıydı bugün İzban’da hak arayanlar da haklıdır. Çünkü ellerindeki tek güç bu şehirdeki ulaşımı felç etmektir. Hoşumuza gitmese de.

Başka bir tanımla “Ezilme halinin verili bir gerçeklik olduğu koşullarda ezilenlerin her türlü pratiği meşrudur.” Bu yargı, “ama, fakat, lakin” gibi seyreltici şartlara bağlanarak esnetilmeyecek denli kesin bir “ön kabul” olmak zorundadır. Zorunluluğa neden olan şey kurtuluş için girişilen mücadelenin duyabileceği ihtiyaçlardır. (Bu paragraf Cihan Karabulut’un “Teori ve Politika” da yer alan Ezilen Mücadelesinin Meşruiyet Sınırları, Eleştirinin Eleştirisi adlı makalesinden alınmıştır)

Başka bir kesimin argümanı şu ;

“Bu ülkede asgari ücret ile ve hatta altında çalışan milyonlar var iken bu maaş artışını kabul etmemek şımarıklıktır” Bunun açılımı şudur; “ezilene ondan daha fazla ezileni göster ve haline razı et.” En hafif tabirle egemen hegemonyasının üreticiliğine soyunmaktır. Fakat tanıdık, tanımadık, yakın, uzak, eş, dost, akraba hegemonya söyleminde kulaç atmaktadır. İşin garibi bu arada ezilene daha da ezileni gösterenin yine bir ezilen olmasıdır. İşte bu yüzden muktedir iktidardadır ve onun iktidardan olmasının teminatı bu ülkede ezilene daha fazla ezilenin varlığını ısrarla gösterenlerdir.

Başka bir argüman da şu;

“Bu AKP'nin bir oyunudur” Oysa bizler CHP-AKP ortaklığı olan İzban’ın dışında bu şehirde daha ne CHP-AKP ortaklıkları gördük. Bu şehirde yükselen her gökdelende, imara açılan her kanunsuz alanda, kentin can damarlarına basan her AVM inşaatında biz CHP-AKP ortaklığını gördük. Yakından bakın siz de göreceksiniz.

Nice kalem üstatlarının dile getirdiği gibi bu şehirde Tarkem’e milyon TL’ler aktarılırken, ulaşıma çözüm olmadığı halde köprüler, alt geçitler için milyon dolarlık ihalelerle çıkılırken, İzfaş binası henüz TOKİ’den arazi tahsisi bile olmayan bir vakıf üniversitesine bedelsiz verilirken kimsenin sesi çıkmıyor, sesi çıkanlar “Alsancak’ta eli belinde gezenler” olarak nitelendiriliyor. Öte yandan açıklandığında itiraz edilen, fakat söz konusu İzban işçisi olduğunda sonuna kadar iman edilen %20 lik enflasyon rakamı üstüne verilen %26 lık asgari ücret zammı aslında %6 lık bir rakama denk gelmiyor mu? Oysa daha önce belirttiğimiz gibi bu ülkede iğneden ipliğe her şeye son dört ayda %50’den fazla zam gelmiştir. Bu gerçek sizin için ne kadar gerçek ise İzban işçisi için de o kadar gerçektir. Niye bu gerçeği birlikte savunmuyorsunuz?

Asgari ücret zammı, yükselen döviz kuru ve yıllık enflasyon oranının bu şehirdeki yerel yönetim ile hiçbir alakası yok iken, İzban işçilerinin insanca yaşamak için talep ettikleri ücret bu etkenleri aşmak üzerine iken konu nasıl yerel yönetimi zorda bırakmak ile ilgili olabilir? Konu merkezi hükümetin ülkeyi getirdiği noktada insanca yaşama talebidir.

Biraz da bu şehirde kendisini çağdaş, ilerici, demokrat olarak niteleyen, kendisini İzmirli olarak niteleyen kesimlerin tavrına bakalım.

Bu kesime mensup olarak niteleyebileceğimiz insanların birçoğu Alsancak ve yakınında ikamet etmektedir. Alsancak’ta olan bir greve gidip işçilere “derdiniz nedir, isteğiniz nedir” diye sormak yerine bu kesim oturduğu yerden, sosyal medya üzerinden kendisine verilen “sözde” veriler ile argüman geliştirmeyi tercih etmiştir. Bu durum İzban grevi karşısında tercih edilecek en konforlu koşuldur. Bu kesim her şart altında bozmayı kesinlikle düşünmediği konforu bu durumda da bozmamıştır. Olan biten budur.

Peki İzban işçileri ne demiş oldu?

İzban işçileri merkezi hükümetin açıkladığı %20 enflasyon oranına iman etmedi (çünkü reel enflasyon en az %50dir) , asgari ücrete yapılan %26 zammı reel şartlar düşünüldüğünde gerçekçi bir artış olarak görmedi ve insanca yaşayabileceği minimum ücreti talep etti.

Siz ne dediniz?

“Daha da ezilen var bu kadar ezilmeye razı ol” dediniz. “Hak arıyorsunuz ama...” dediniz. “Bu bir oyun, siz de oyuncusunuz” dediniz. Oysa günde 300bin yolcuyu güvenle taşıyan bu insanlara 300bin değil, sadece taşıdığı yolcuların %1 olan 3000 bin insan bir araya gelip destek verseydi şimdi İzban’da seyahat ediyorduk.