Taşıdığımız taşların yolu cehenneme gitmeyecek elbette. Kentin ışıksız sokaklarında büyüdük. Çekilen tenhalar gibiydi içimiz. Yel değirmenlerinin kolları bugünün vergileri gibi saldırırken göğsümüze en keskin kılıçlarıyla, ruhumuza attığımız façalardan daha çok korkutmaz bizleri derdik.

 Lisede özenip Orhan Veli’ye yazdığımız şiirleri, arabesk bunlar diye çöpe atsa da Türkçe öğretmenimiz yine de harfleri toplamaya devam ederdik.

Romantik gecelerin keskin bir bıçak olduğu bilinciyle karşıladık güneşin sokağı ısıtan ilk ışıklarını. Sonra aşağıdaki mahallede badem sever, sümsük tipler belirdi bir anda. Ne istediği belli olmayan, kim nereye çekerse oraya giden, jelibondan beter tipler. Kalabalık olunca değme kabadayı, tek başına kaldığında yağdanlık benzeri bir cisme dönüşen enteresan şeylerdi. Yaşadığımız kenti, ülkeyi güzele evriltecek cümleleri olmayan, bu cümlelerle ilgilenmeyen, ama milliyetçilik deyince kalabalığın önüne geçen insanlardı. Maç çıkışlarında rastlarsınız bunlara hangi takım kalabalıksa onun atkısını takarlar. Fısır fısır konuştuklarında egemenliğe, adalete, kin kusar istibdata bayılırlar. Onlar için kurgulanmış gerçeklik; ihya olacakları sistemdir. Aha işte bunlardan biri, bir gece evde yaptığımız şarapla dertleşirken biz, kalktı geldi yanımıza. “Arkadaşlar bu mu özgülük dediğiniz şey sizin” derken bizim Çorumlu Kamber bunun ağzının ortasına şişeyi gömçürttü. Ağzı yüzü kan sidikliİdrisin. “Görürsünüz lan” diyerek arkasına baka baka kaçtı oradan. Ertesi gün mahallenin muhtarını almış gelmiş parka. Muhtar “artık burada içki içmeyeceksiniz, durmadan kavga ediyorsunuz” deyip polislere kulağımızdan tuttuğu gibi verdi bizi. Rabarbahikaye sonrası.

Mahalleye girdiğimizde, Didem ablanın çocuğu bakıp bakıp gülüyor bize. Didem abla da fenaydı hani. Bir baktı mı hepimiz muma dönerdik. Haliyle velete bir şey yapamıyoruz. Elimizde tebeşirler mahallenin kaldırımlarına “yakalıycaz o İdrisi” yazılaması yapıyoruz.

Ardından yıllar birbirini kovaladı. Romantizmin ne mene bir şey olduğunu öğrendiğimiz bir hayatın içinden geçtik. Bir gün gazetede bir baktım bu İdris. Aaa köşe yazarı olmuş. Padişahlığa övgüler, ecdadına methiyeler. Ecdadı bunu görse tanır mı belirsiz gerçi. Şu Didem vardı ya hani işte onun velet de büyük adam olmuş. Ağzını açıp ta kendine bir laf edeni sürüyormuş çay ocaklarına. Çay ocakları deyip geçmeyin. Dedikodunun görünmez mektebi vardır orada. Odacılar öğretmen, müşteri sandıklarınız da staj gören üniversitelilerdir. Üniversite adını da kendiniz bulun bi zahmet. Didem’in oğlana tutturmuşlar vergileri sen düzenle diye. Bunun da arayıp bulamadığı nimet tabi. Kim ne alırsa bize de bi tane alsın. Kime ne maaş verirseniz bize de o kadar maaş verin deyip çıkıvermiş işin içinden. Yok yahu yazının nerede başlayıp nereye geldiğinin farkındayım da sen bunun yok artık denemeyecek bir durum olduğunun farkında değilsen bırak elinde bu gazeteyi.

 Mahallenin kızı Tuğçe ısrarla gazeteci olmak isteyince mecburen bir müddet staja vermiş bunu bir cezaevine. İyice öğrenip anladıktan sonra tutturmuş köşe yazısı yazıcam ben “bunda bişey yok ki” diye. Sonra almış eline kalemi ve atmış ilk yazısının köşe başlığını “kahrolsun istibdat yaşasın cumhuriyet!” İyi insandı şu Tuğçe.

Siyaset yazmadım demem artık ben de. Siz siz olun dikkat edin mahallenin sümüklülerine, sümsüklerine! Aman ha izin vermeyin canım ülkenin cümlelerini kurmalarına. Harfler illa bir araya gelecekse der ki hikaye; sen ol cümle. İşte o vakit yazdığımız söz, kağıttan gerçeklikleri delip geçecek.