Az çok özgür basının varlığından neredeyse hiçliğine geçilmeye başladığı zamanlara doğru yol alırken, haber ve yorum toplama yöntemlerinin belki de en eskilerinden biri olan sokak röportajları oldukça popüler olmaya başladı.

İçeriğinin ne olabileceği tahmin edilen siyasi nutuklardan daha yaratıcı, nispeten daha özgür bir ifade alanı olan sokak röportajları, basını da bir süreliğine daha özgür kılabilen araçlar haline dönüşmeye başlamıştı ki, durum büyük biraderin gözünden kaçmadı ve soruşturmaların ve iddianamelerin konusu haline hızlıca geliverdi.

Sokak röportajları, tarafgirlikten uzak bir bakış ile incelediğinde, yakın görüşün alkışçısı, karşı görüşün “hadi canım sende”cisi olunmadığında; sokakta, mahallede ne olduğuna dair bir fikir oluşturmada kamuoyu yoklamalarından, anketlerden daha somut olgular ortaya koyabilecek bir araç gibi duruyor.

Düşüncenin de, düşüncesizliğin de, hatta düşünce üzerindeki baskının da çıplak gözle görülebileceği bir turnusol kağıdı gibi.

***

Sokak röportajlarında, dikkat çeken önemli noktalardan bir tanesi; kişilerin kendilerini ifadelerinde yaşadıkları zorluk. Belli bir kesimi istisna olarak değerlendirirsek, genel olarak kurulan cümleler sebep sonuç ilişkisinden uzak bir yaklaşım sergiliyor, düşünceler uçuşuyor, gündem yoğun ve bir odaklanma sorunu var.

Bu yoğun gündem içinde, hayatını devam ettirme isteği göze çarpıyor, kaygısız yaşam isteği var ama öğretilmiş bir çaresizlikle hiçbir şeyin değişmeyeceği düşüncesi, karamsarlık göze çarpıyor.

Her konuşmada, zor bir yaşam, bir umutsuzluk ama hep bir taraf var, taraf olmadan yaşanmıyor.

Elbette ki, konu ile alakalı bilim insanlarının bu konularda söyleyebileceği daha objektif, daha doğru sözler vardır ama bendeki çağrışım bu yönde gerçekleşiyor.

***

Öğretilmiş çaresizlik; doğruyu bilip mücadele etmeyi engeller, doğruyu bilip susmayı beraberinde getirir, doğruyu inadına isteyerek ve bilerek çarpıtmayı engeller.

Sokak röportajlarından, sokağın sesinden bu koku geliyor.

Peki insanlar çaresizliği ne zaman öğrendiler, ne zaman dimağlarına bunu yazdılar, ne zamandan beridir bu coğrafyanın çare bulmakla imtihanı var ve neden?

1980 Darbesi sonrası 1982 Anayasası yüzde 91,34 oy oranı ile kabul edilmişti. 2010 Anayasa değişiklikleri ise yüzde 57,88 ile kabul edildi. 2017’deki değişiklik ise neredeyse başa baş bir oranda yüzde 51 evet ile sonuçlandı.

1980’den yapılabilecek en basit çıkarım, diğer tüm olasılıkları bir kenara bırakırsak, iktidarın ve gücün toplumsal dengeleri nasıl değiştirebildiği idi. 1980’den bu yana, toplumsal muhalefetin, yurttaşlık temelli tüm değişiklik teklifleri hiç dikkate alınmazken ancak bazı tartışmaların temelini oluştururken, dönem iktidarlarının anayasa değişiklikleri, belki azalan oranlarda olsa da kabul görmeye devam etti.

Diğer taraftan, tüm bu değişikliler, tüm bu oy oranlarına rağmen anayasanın hukukun temel unsuru olduğu, mutlak uygulanması gereken bir norm olduğu konusunda da bir aşama kaydedilemedi, değişen anayasalar, temel hak ve özgürlüklerin artmasına sebep olmadılar, aksine varlıklarına rağmen hak ve özgürlüklere ilişkin sınırlamaların daha çok uygulandığı dönemler yaşandı.

Ama bunlardan daha önemlisi, yurttaşlığın bilinci ortaya çıkamadı, vatandaşlık bağı yurttaş olmanın önüne hep geçti.

***

Öğretilmiş çaresizlik ise vatandaşlık ile yurttaşlık bilinci arasındaki gergin ilişkinin bir sonucu olarak karşımızda duruyor.

***

Geleneklere dokunmayın ve eğer hükümran olmak istiyorsanız, insanları itaat etmeye ağır ağır alıştırın; bir gün itaat onların doğası haline gelecektir. O zaman boyun eğmeyi kendileri isteyecek, onları özgür kılmaya çalışanın gırtlağını kendileri kesecektir.[1]


[1] Köle, Hans Kirk, Sermet Yalçın (Çevirmen), Mart 2018, Yordam Kitap