Aziz Nesin’in Nutuk Makinesi kitabında şöyle bir cümle geçer: ‘Yine ünlü müteşaşirlerden İbni Hafazan el Kalpazan Ebu Lafazan vel-abazan da şöyle demiştir: Halk, hükümetlerin her dediğini anlar, ama hiçbir dediğini hükümetlere anlatamaz!’

Bu tanımın doğruluğunu kabul etmekle birlikte zaman içinde genişlediğine de tanık oluyorum, halk hem hükümetlerin hem de hükümete muhalafet iddiası taşıyan siyasetçilerin her dediğini anlıyor ama hiçbir dediğini hem hükümetlere hem de hükümete muhalafet iddiası taşıyan siyasetçilere anlatamıyor.

Muhalefet iddası taşıyan siyasetçinin eylem ve söylem tipleri, bir süredir aynı bimarhanede aynı aksin yankısından ibaret, aynı tımarhanede veliler aynı sesin yankısını duymaktan muzdarip, (veli burada kendini muhalif olarak tanımlayan halk oluyor, bir çeşit derviş yani), yankı bir çeşit işkenceye dönüşmüş durumda, velinin deliliğe geçişindeki en önemli itkiyi oluşturuyor. Delilikle bir zorumuz yok, sadece aynı geminin delisi olmak istemiyoruz.

Örnekleyerek anlatmakta fayda var belki, şöyle ki; ÖLÜYORUZ; bir kısmımız gerçekten beden halini terkediyor, terk-i diyar eyliyor, ölüyor, ölüm işte nasıl anlatılırsa ve o kadar yalın biçimde ölüyoruz. Tedavi olacak yatak bulamadıkları için ölenler var, geçinemedikleri için ölenler var, yaşayamadıkları için ölenler var, var da var…

Bir de bu çılgınlığın içinde nefes alamadıkları için ölenler var, ruhları, yaşamları, anlamları yok olanlar var, pudra şekerine bandırıp yiyecek bir yaşam özlemleri hiç olmayanlar var, onlar da başka şekilde ölüyor.

Örnek şurada başlıyor, hani biz ölüyoruz ya, ölümümüzün ardından muhalefet iddiasında olan bir siyasetçinin kınama sözleri anlam ifade etmiyor.

Bedenen veya ruhen ölülerin evlerine yaptığınız ziyaretler bir anlam ifade etmiyor; ziyaret eden misafirdir, misafirin bir süre sonra gitmesi gerekir.

Nazım Hikmet’i vatan haini ilan eden yandaş gazetenin puntoları bile sizlerin 140 karakterinizden büyük, yazdıklarınız bir anlam ifade etmiyor.

İçinde hiçbir şey yapılamayan bir çatının altında, arkanızdaki sarı yaldızlar önünde hezeyana kapılmış konuşmalarınız bir şey ifade etmiyor, orada hala ne yaptığınızı anlamakta zorlanıyoruz.

Öğrencinin boynuna devlet eli dolandığında nerede olduğunuzu merak ediyoruz, resimleri biz de görüyoruz, altına yazdıklarınız bir anlam ifade etmiyor, resimleri ruhen veya bedenen ölenler çekiyor, bilginiz olsun diyorum ya zaten biliyorsunuz.

Muhalefet etmiyorsunuz/edemiyorsunuz ya, bizim dediklerimizin de bir anlamı kalmıyor.

Bu yüzden herhalde halk söylediklerini anlatamıyor.

***

Birçok düşünürün ikinci dünya savaşı sonrasında faşizm tahlili yaptığı bilinir, bunlardan biri de Umberto Eco’nun 1995 yılında yaptığı 14 maddelik tanımlamadır. Eco, faşizmin anlaşmazlığı ihanet olarak yorumladığını söyler, barışçılığı ise düşmanla ticaret olarak değerlendirdiğinden dem vurur, sosyal hüsranı kullandığından, orta sınıf hayallerini yıktığından bahseder. Eco’nun tespitlerinden yola çıkarsak, emperyalizm ve kapitalizmin, 1940 faşizminden çok şey öğrendiği ve ancak bunu geliştirmede ve uygulamada ustalaştığını da inkar etmemek gerekir. Ne var ki, faşizm veya totaliter yönetimler karşısındaki muhalefetin de öğrendiği birçok gerçeklik ve elde ettiği birçok başarı vardır.

İdare-i maslahatçıların, statükocuların, konum korumacıların, oyalayacıların, bırakınız kendileri zaten düşercilerin, kendi sesini muhalefet iddiası taşıyan siyasetçilerine ulaştıramayan ve ruhen ve bedene ölen halk yığınlarına ilaç olması hiç mümkün olmamıştır, 1940 öncesinde de mümkün olmamıştır. Uzun uzun kristal geceleri, sosyal demokrat partinin faşizm karşısında aldığı tutumları anlatmaya gerek yok, ezberleriniz halkın yaşamını değiştirmeye yetmediğinde ya halkın bağrına dönersiniz ya da halkın bağrından gelen çocuklarla hükmedenler arasında çöpten bir bariyer olursunuz.  

Veya Hasan Hüseyin’in dili ile;

kaldır artık başını

«kalsın benim dâvam dîvana kalsın» demiş ozan

o dîvan sensin artık

bıçak kemikte.