Uzun bir süredir siyaset ve siyasi yöntem, sanki nabza göre şerbet vermek üzerine kurulmuş.

İktidarın elde edilmesi yüzde elli bir çoğunluğa bağlandığından beri midir, yoksa daha öncesinde başlayan bir histeri midir bilinmez ama politik pragmatizmin zirve yaptığı günler yaşanıyor.

Siyasiler, dünyanın ve ülkenin nirengi noktalarına, toplumun çeşitli katmanlarına “haklısın” diyorlar, az düzeyde ayırt ederek tebrik mesajları, başsağlığı mesajları yayınlıyor, yorum yapıyorlar.

Bu durumun uzlaşma kültürü ile alakası yok, kavgasız siyaset söylemleri ile alakası yok, siyasette devrim veya evrimle ilgisi yok, iktidarı ile muhalefetiyle bir bütün halinde, hep bedel ödemek zorunda olanlar ile kimseye hesap vermek zorunda hissetmeyeni saymazsak, tüm politik arenada, tüm çelişki kaynaklarıyla barışık bir söylem var.

Elbette ki, her politik duruma ilişkin bir şey söylenmiyor, ne de olsa düşünce ve ifade özgürlüğünün bazı sınırları var! Ama her çelişkinin iki tarafına da hitap edilmeye çalışılıyor.

Siyaset, ekseriyetle, kendine dokunmayan yılanın bin yaşamasını başarmış da, herkesin ağzına bir parmak bal çalma derdinde gibi.

Yani yaşasın siyasi orta yolculuk!

Konu Gezi Davası mı, beraat sonrası sahip çıkanı o kadar çok ki; bir mesaj Gezi’deki direnişe, bir mesaj da terörün ve şiddetin kınanmasına veya bir mesaj “kandırılmış gençlerimiz” için, bir mesaj da terörün kınanmasına.

Konu kadın cinayeti mi, şöyle güzelinden bir kadın hakları mesajı daya gitsin, sonra toplumun ahlakına ilişkin bir mesaj veya failin yargılanmasına ilişkin derinden bir sessizlik.

Hukukta, sessiz kalma haktır, siyasette de öyle midir?

Maktule başsağlığı, faile geçmiş olsun.

Maktule ölüm, faile ölüm ve değişen bir şey yok hayatta, ayrımcılık ve çelişkiler azıtarak devam etmekte.

Yaşasın siyasi orta yolculuk!

Bir bakmak gerekli özünde küçük bir iç çelişki tartışması olan bu duruma, beynin çelişki karşındaki paranoyaklığına.

Bu siyasi orta yolculuğun sonuçlarına ve nedenlerine.

Devlet olma sanrısından kaynaklanıyor galiba bu durum. Devlet olanları gördükçe, devlet olma isteğinin iç devinimi.

Devlet olabilmek için, niteliklerine bakmaksızın her toplumsal olgunun iki yanını takdir etmek, her olgunun her iki tarafına da sempatik mesajlar vermek.

Toplumun her katmanından oy devşirebilmek, toplumsal veya kişisel bir değişim olmaksızın.

Bu durumun adı saygı koymak,

Sonrasında devlet olmak ve her toplumsal olguya kendinden bakmak.

Devlet olmak, devlet gibi düşünmek, hükmetmek için düşünmek, yönetmek için düşünmek, doğru ve yanlışa karar vermek için düşünmek…

Devleti insanlardan soyutlamak, devleti birine somutlamak, devleti insana rağmen devlet yapmak.

Sonra gelsin devlet olma sanrısının yansımaları; yargısız infazlar, işkenceler, yargısız hükümler, orta yolun kenarına sıkışmış kimliksiz toplumlar.

Bu histerinin karşısında durabilecek tek bir dayanak var; yurttaş olabilmek, yurttaş olmaya çalışmak.

Yurttaş kalabilmek, devlet olma histerisinin tek ilacı, “Ben aslında halktan hiç kopmadım” klişesinin yıkılışıdır.

Hükmetme ve tek doğru anlayışının çöküşü, birçok doğrunun ve yanlışın varlığının kabulüdür.

Korkmadan konuşabilmenin ilk şartıdır.

Bugün orta yolun tam ortasından ilerleyenlerin, yarın kendilerini korkunun yeni tiranları olarak bulmaları çok olasıdır.

Orta yolculuk, tarafsızlık değildir, uzlaşmacılık değildir, oportünizm, fırsatçılık, faydacılık bile değildir, bir süre sonrasında ortada yürüyeni esir alacak bir kişilik sorunudur.

Orta yolcunun da tek ilacı, yurttaşlıktır, korkmadan konuşabilmenin de.

Devlet olmak istendiği sürece, soyut devlet yerine somutlaşmış kişilik devletleri hedeflendiği sürece; seçmen, vergi mükellefi, fail veya mağdur olunabilir, yurttaş olunamaz.

Ahmet Şık şöyle diyor: “Umudumuz o ki demokratik meşruiyetten yoksun, dini ve siyasal ilkelerden değil, gündelik ya da dönemsel kazanç içeren pragmatizmden kendini var eden tüm yapıların siyasetin çöplüğüne gideceği bir gün gelecek.”[1]

[1] Paralel Yürüdük Biz Bu Yollarda, Ahmet Şık, Kırmızı Kedi, s.627