Ne içimizdeki yangınları söndürebildik ne dışımızdakileri. Güzelim ağaçların, kurdun, kuşun, börtü-böceğin yanışına bir kez daha içimiz yandı. Çeşme’de, Datça’da, Dikili’de Bergama’da canımız yandı. Ama hiçbir yangın karşısında yılgınlığa düşmedik, yanarsa yansın nasılsa söner demedik. Birlikte gayret ettik; elbirliğiyle, azimle söndürdük hepsini. Belediye işçisi, itfaiyecisi, ormancısı, vatandaşı hep birlikte vardık yangın yerine. Ne geliyorsa elimizden onu yaptık. Kimimiz toprak attık ateşe kimimiz su döktük. Söndürdük bütün yangını. Önce sevindik. Hüzünle ve gururla baktık yangın yerine.

Ama bitti mi?

Bitmedi.

İçimizdeki yangın sönmedi. Çünkü cevap alamayacağımızı bilsek de hırsla sorduk, “Kim yaktı, nasıl yandı?” Daha bir hırsla ve öfkeyle sorduk: “Yanan yerlere ne yapacaklar, otel mi?”

Yanan yerlerin acısını yaşamadan endişelerimizi, korkularımızı, öfkemizi döktük toprağa. Çünkü biliyorduk; ülkenin doğasını, kaynağını, suyunu, ağacını birileri para kazansın diye yakan, yıkan, sonra da gözümüzün içine baka baka toprağı yağmalayan bir düzen var bu ülkede. Bu kahrolası düzen “gölgesini satamadığı ağacı kesmekten” dahası yakmaktan geri durmayan bir düzen. Yanışıyla içimizin yandığı, bir tanesi olsun kurtulsun diye çırpındığımız ağaçların akıbetini düşünüp öfkeyle sıktık yumruklarımızı, dişlerimizi.

Ama öfke bize yetmez. Ne ağacımızı kurtarır, ne toprağımızı, ne de geleceğimizi. Tek derdi kâr ve para olan, bunun için gerekirse vatanın toprağını, suyunu, ağacını, kıyısını, denizini satan düzeni değiştirmedikçe öfkelenip yumruklarımızı ısırmak bize yetmez ve yakışmaz.

Zor olduğunu biliyorum; “bu çağ yangınında”, “bütün dünya günahkar”ken daha da zor. Ama unuttuk mu, biz çok daha zor koşullarda başardık. Kimsenin bize inanmadığı, biz diye bir şeyin kalmadığı bir dönemde “ateşten gömleği” üzerimize geçirip bozkırda yürüdük, koştuk, savaştık, can aldık can verdik. Kimsenin bizi önemsemediği, bitmiş saydığı yerde “milletin geleceğini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” dedik. İçimizdeki ve dışımızdaki çok daha büyük yangınları söndürdük. Yepyeni bir ülke kurduk. Yangın yerine dönmüş bir şehirden İzmir’i yeniden kurduk. Tüm bunları yaparken, “yapamazsınız” diyenlere de sağda solda milliyetçilik nutukları atan sözde milliyetçileri de, din, ezan, iman sözleriyle İngiliz uşağı olup, idam fetvası verenleri de, sarayları da saltanatları da onların uşaklarını da umursamadık.

Yani demem o ki, hiçbir şey imkânsız değil. Ne ormanlarımızdaki yangını ne içimizdeki yangını ne de ülkemizdeki yangını söndürmek imkânsız değil. Daha 100 yıl önce imkânsız sayılanı başarmış bir ülke için hiç zor değil. Yeter ki yanan otları söndürmek için bir avuç toprağı, bir kova suyu atma cesareti gösterelim. İşte o zaman bizinle birlikte o yangını söndürmeye çalışan milyonları göreceğiz. Bu yangın söndükten sonra-ki mutlaka sönecek- yangın yerinin kararmış topraklarına hüzünle ve gururla bakıp benim de bir avuç toprağım, bir kova suyum var demenin, “içinde bir iş görmenin saadeti” ile toprağa oturmanın keyfini yaşarız. Sonra “haydi” deyip her yeri yeniden yemyeşil yaparız. Olmadı mı, mümkün değil mi? Ne gam, olmayacaksa da biz suyu taşıyıp toprağı ateşin üzerine atalım. Sönmese de İbrahim Peygamberin ateşine su taşıyan karıncanın dediği gibi; hiç değilse tarafımız belli olur.