“Yoksulluk, çocuğu daha büyümeden olgunlaştırır.” Ali Abdihoca tarafından yazılan ve faşizme karşı Arnavut partizanların destansı direnişini anlatan “Halkız Biz Ölmeyiz” adlı romanın arka kapağında yazılanlar işte bu cümleyle başlıyor. Basit ama bir o kadar da anlamlı bir tarif değil mi? İlk anda ortalama her insanın kolaylıkla kabul edebileceği ama yoksulluk ve ona eşlik eden farklı olguların ağırlığını yaşamamış insanlar açısından da sadece akla yatkın olmakla sınırlı kalan bir niteliğe sahip.  Savaşla yoksulluğun yan yana olma hali, ölümün kıyısında doğan, gelişen ve belki de son bulan yüz binlerce insan hikâyesini tarihe not düşüyor her seferinde. Göçler, son bulan yaşamlar, ihanetler, onurlu direnişler, boyun eğmeyenlerin hikâyeleri… İnsana dair iyi ve kötü ne varsa yaşamın satır aralarında kendince yerini alıyor.

Birkaç hafta önceydi. Savaşla ve yoklukla olgunlaşmış yeni bir insan hikâyesiyle tanıştım. Biraz bahsetmek isterim. Konuşmadan yan yana durduğumuz kısa zamanın ardından sessizliği o bozdu. “Kaç yaşındasın abi” diye sordu aksak ama fena da sayılmayan bir Türkçe ile. O yirmi altısındaymış henüz. Ne iş yapıyorsun dedi sonra bana, fayans işi yapıyormuş kendisi, iş olmadığı günler taşıma şirketinin işlerine gidiyormuş. Üç kuruş paraya hem de. Verdiğim sıradan cevaplar her halükârda savaşın yurdundan ettiği bir insanın durumundan çok daha rahat bir yaşama denk düştüğünden olsa gerek, çok konuşamadım, utandım. Suriye’nin neresinden diyebildim sadece. Halep’ten dedi. “Böyle çok ev var orada da ama savaşta bozuldu” dedi bizim evi göstererek. Çocukluğumun geçtiği ev ile tüm bağımın kopuyor oluşu o ana kadar bir hüzün bırakmış olsa da üzerime, onun hikâyesini dinledikten sonra hüzünlenmek şımarıklık gibi geldi ne yalan söyleyeyim? Halep dedi; çok güzel, çok büyük. Geri dönmeyi çok istiyormuş. “Aslında oraya dönebilsek evde de gözümüz yok, çadır kurar yine yaşarız” dedi. “Ama savaş var işte, gidemiyoruz” diye de ekledi. Savaşı, en fazla filmlerde görmüş milyonlarca insanın nefretinin orta yerinde savaşın vurduğu yurduna özlemini durmaksızın anlattı. İyi de yaptı.

O savaşın utancı üzerime bulaştı sanki. O günden beri savaşla yoğrulmuş bir yokluk hikâyesine tanıklık etmenin sızısını taşıyorum içimde. Dokuz yıl olmuş memleketinden kopalı, her halinden başka bir ülkede kol kola girdiği yalnızlık durumu anlaşılıyor. Yoksulluğu okunuyor yüzünden. Kader denen şeyin en berbat hali ciğerini sarmalayan sigaranın dumanından belli ediyor kendisini. Kader tabi ya; kan emicilerin, yoksulların alnına düştüğü nottan başka nedir ki? Tende kurşun yarasıdır kader, göç yollarında açlıkla, susuzlukla ve ölümden arta kalan ama ölmekten beter günlerle anılan sade bir soluktur en iyi haliyle. Kadınların sınır boylarında tellere takılıp kalan, rüzgârlara kapılıp oradan oraya sürüklenen rengârenk yazmalarıdır kader. Umutla çıkılan yolculukların, bir denizin orta yerinde en acı haliyle son bulduğu, insan hikâyelerinin yanı başımızda ama bir o kadar da herkesten uzak bir yerlerde kıyıya vurduğu, sessiz sedasız verilen son bir nefestir kader.

O lanet savaşın ardından yollara düşüp buralara gelen milyonlarca insanın, birilerinin sürdüğü sefanın kıyısında yaşadığı sefalet, maruz kaldıkları ırkçılık, iktidarıyla muhalefetiyle malzeme edildikleri çürümüş siyaset en basitinden yaşamına bir şekilde devam etmeye çalışan sığınmacıların bu hikâyenin en masum tarafı olduğunun ispatıdır. Suriyeliler meselesini onları üç kuruşa çalıştıran kan emici patronları görmezden gelip anlayamayız. Siyaset arenasında Suriyelileri bir sürgün edasıyla buralardan süreceklerini en coşkulu ifade edenin kendisine oy devşirdiği siyasetçileri hesaba katmadan tartışamayız. Sokak aralarında aleni bir şekilde onlara saldırıp hayatlarını çalan ırkçı güruhları gerektiği şekilde yargılayıp hak ettikleri cezaları vermezsek bu meseleyi çözemeyiz. Bir arada yaşama konusunda acı tecrübelere sahip bir ülke olarak çözümü sığınmacılardan arındırılmış bir yaşam olarak tarif edersek bu kez yine sınıfta kalırız. Ve bu kez bu sınıfın bir tekrarı da olmayabilir.