Aylardır dünyanın tamamına yakınında yaşanan Koronavirüs salgını tüm insanlığın neredeyse tek gündemi halinde. Bu virüs insanın elinin değdiği, insanla doğa arasındaki çatışma ve çelişkilerin yoğun olarak yaşandığı her yerde çok büyük bir tahribatla yayılmaya devam ediyor. Ölüm karşısında doğal olarak hissedilen korku bir yana modern insanın kendi alışkanlıklarından ve zevklerinden kopmak zorunda oluşu, korkunun yanında salgın günlerini insanlar açısından daha da çekilmez kılıyor. Tam da bu sebeple hemen herkes sosyal medyadan salgın sonrası yapacakları etkinlikleri, tatilleri, eğlenceleri duyuruyor. Bunun yanında salgın günlerinden edinilecek derslerden ve çıkarılacak en önemli sonuçlardan olan siyasal farkındalık, insanın doğanın sahibi değil de onun bir parçası olduğunun bilincine varabilmesi ve daha az tüketim gibi başlıklar da birer seçenek olarak karşımızda duruyor.

***

Dünya nüfusunun alabildiğine artmış oluşu ve insanların yeryüzü üzerindeki sürekli hareketliliği tüm dünyada bu ve benzer salgınların da etkisini güçlendiriyor. Başka bir deyişle virüs, hareket halindeki insanın yerleşik yaşamdaki insana ölümcül bir hediyesi haline geliyor. Tarihsel örnekler üzerinden, tarımla birlikte yerleşik yaşama geçen toplulukların bu tip salgınlardan göçebe topluluklara göre daha fazla etkilendiğini söylemek mümkün. Bu duruma sebep olarak tarımsal faaliyetin avcı toplayıcılığa göre çok daha fazla insanı besleyebilecek oluşu gösterilebilir. Yani virüsün kendi varlığını devam ettirebilmek için ihtiyaç duyduğu insan sayısının (nüfusun) yerleşik yaşamda daha fazla oluşu... Bunun yanında göçebe topluluklar tüm atıklarını arkalarında bırakıp yollarına devam ederken, yerleşik toplumlar ürettikleri atıklardan kaynaklı ortaya çıkan mikroplarla bir arada yaşamak durumunda kalmışlardır. Bu atıklar; örneğin, ilk yerleşik toplumlarda insan ve hayvan dışkıları ve onlardan yayılan mikroplar iken, modern toplumlarda endüstriyel atıklar, egzoz dumanı, filtresiz fabrika bacaları, kirlenmiş akarsular olarak karşımıza çıkmakta. Tam da yukarıda saydıklarımızın sonucu olarak ‘Tüfek Mikrop ve Çelik’ kitabında Jared Diamond, “Tarımın başlaması bizim bulaşıcı kalabalık hastalıklarımızın da evrimini başlattı” diyor.

***

Şöyle bir virüslerin ve salgın hastalıkların tarihine baktığımızda binlerce yıl önceden bugüne dek hayli önemli sonuçların kayıt altına alındığını görebiliyoruz. Romalılar döneminde ticaret yollarının gelişimine paralel olarak ortaya çıkan salgında milyonlarca Romalı’nın ölümü, 1500’lü yılların ortalarında Aztek ve İnkalar’ın çiçek hastalığı salgınıyla nüfuslarının büyük bölümünü kaybetmeleri, 1346-1352 yılları arasında Avrupa nüfusunun dörtte birinin Kara Ölüm adı verilen bir salgınla ortadan kalkması ve Birinci Dünya Savaşı sonunda 21 milyon insanın gripten yaşamını yitirmesi gibi.

Şimdi bu binlerce yıllık mücadele tarihinde insanlar kendileri için yeni bir tehditle karşı karşıya. Tıp bilimi, insanı virüse karşı koruyacak tedavi yöntemlerini bulmaya çalışırken, virüs ise varlığını sürdürebileceği koşullara uyarlanmak üzere hamlelerini yapacak elbette. Şu sıralar şahitlik ettiğimiz bilimle virüs arasındaki mücadele bir yanıyla insanla insan arasındaki mücadeleye de denk düşüyor.

Şöyle ki; sürekli tüketen, kendisini canlılar basamağının en üstünde tarif eden, doğayı yok edip dört bir yanımızı betonla çeviren, daha fazla kar hırsıyla doğaya hâkim olacağını zanneden, yakıp, yıkan, kurdu, kuşu yerinden yurdundan eden, kentleri devasa köprülerle, viyadüklerle çevreleyen insan bir tarafta... Kendisini herhangi bir canlıdan üstte görmeyen, türcülük bataklığına saplanmamış, temel ihtiyaçlarının dışında zamanın akıp giden her anında çılgınca devam eden tüketimin bataklığına saplanmamış, doğanın bir parçası olduğunun bilinciyle ormanlara, denizlere, akarsulara ve mavi gökyüzüne el değmesin diye mücadele eden, doğan güneşe, yağan yağmura, karın beyazına sahip çıkan insan bir tarafta.