“Bu adamın burada işi ney? Sanki ölüm konusunda en tecrübeli adamını babamın yanına yollamış Ender Bey. Babam da uyutuluyor anlaşılan. Ağzından burnundan bacaklarının arasından her yerinden ama her yerinden hortumlar çıkıyor. Bu makine ne işe yarıyor sanki nefes alıp vermesini mi sağlıyor? Yoksa çıkardığı sesle Azraili mi korkutuyor. Bu kadar kötü olduğunu bilmiyordum durumunun”

Canset ve anneanne evde sus pus oturduğu esnada kapıları çaldı ve okuldan gelen Ela annesinin boynuna atlayarak “anneciğim neredeydiniz arkadaşınız hastalanmış geçmiş olsun, çok özledim sizi, babam nerede çok özledim sizi” dedi. Anneannenin sinirini belli etmemeye çalışan bakışları arasında anne torun adeta dün gece itiraf edilmese de bir daha buluşamama ihtimali olduğunu düşünmüşler, şimdiyse bu duyguların tesiriyle imkânsız bir buluşmayı gerçekleştiriyor gibi hasret gideriyorlardı.

Canhun ise  hastanede, hasta  yatağındaki babasına bakıyor, babasının bu dünya ile öteki dünya arasında bir yerde uzandığını hissediyordu. Birkaç gün önce Ender Bey direk kendisi Canhun’u aramış, babasının kalbinin gene çok sıkıştığını, kontrollerde tekrar ameliyat olması gerektiğinin söylendiğini anlatmış, yaşlı adamın Hayat Hastanesine yatırılacağını söylemişti. İmalı bir şekilde “yavrum küslük olmaz artık bir git gör babanı durumu çok ağır, galiba başka bir şeyler de olabilirmiş” demişti.

 Ender Bey’in adamı boğazını temizledi, hatta gıcık denecek bir sesle yaptı bunu.

“Gel kardeşim otur. Allah en hayırlı sonuçları versin bizlere. Baban dağ gibi adammış geçmiş olsun, biz de büyüklerimize vazifemizi yapıyoruz, Ender Bey hep onu örnek gösterir bize. Adamın gözüne öyle bir bakarmış ki karşısındaki silahını elinden düşürürmüş, derler hep baban için, otur kardeşim. Kötüymüş aranız galiba, olmasın be güzel kardeşim, atayla bozuşmak olur mu, vardır onların da bir bildiği. Biz bir haftadır buradayız kalbinin damarları değişecek dendi ama değiştirmediler, galiba midesinde ur mu ne varmış, böyle iken hem ameliyat yapmanın gereği yokmuş hem de ameliyatı kaldırmazmış. Gelip gidiyor her sabah iki doktor.  Benim yanımda tartışıp gidiyorlar, yeminle çekip vurucam ikisini de.  Bana mı poz yapıyonuz, adam belli hastalığı belli neden yatağın başında konuşuyorsunuz, demi? İşte böyle güzel kardeşim. Biz de atalarımıza vazifemizi yapıyoruz. Ya dün işte fenalaştı odada derken hemşireyi çağırdım, o doktoru çağırdı, doktor bir başka adamı, onlar görevlileri derken, ameliyata sokacaklar acilen herhalde götürdüler falan sandım. Bu sabah da böyle baygın her yerinden tüpler çıkan makinaya bağlı bir halde getirdiler. Dün geleydin iyiydi, gülüp söylüyordu”

Karşısındaki adamın bu çelikleşmiş sinirler için ne bedeller ödediğini düşündü bir an Canhun. Babası da böyle bir adamdı. Sonra, sonra şu yatakta uzanıp duran ve “hiç bir şey için kimseye muhtaç olmamak gerek” diyen babasının makinelere muhtaç yatışına baktı. Baktıkça zaman geri döndü, hayat daha da anlamsızlaştı.

“Kimdik bu dünyada, biz kimdik? Babaannemin ellerinde büyürken ben, neredeydin baba? Gene de affetmeli miyim seni? Belki de evet, belki evet. Baksana hiç seni bilmeyenler bile saygı duyuyor. Belki de bu yüzden, hiç seni bilmedikleri için. Anam kimdi? Kimdi seni böyle bırakıp giden. Yok be baba anam olsa da sen başına buyruk yaşamaya devam edecektin. Seni ne sıklıkta görmüşümdür ki çocukluğumda? En uzun gördüğüm vurulduğun için ameliyat olduktan sonra evde yattığın dönemdi. Babaannem hem sana hem bana bakmıştı. Sen de benim kadar bir çocuktun o zaman. Nasıl da sıcak bakıyordu gözlerin o zaman. Ama seni vurduklarına göre sen de başkalarını vuruyordun demek ki. Belki bu sayede onlar da çocuklarının yanında oturuyordur diye düşünmüştüm sonra. Mahalledeki çocuklar arkadaşım değillerdi, oynuyorduk ama ben onlarla arkadaş değildim, babası fedaiymiş Canhun’un diye fısır fısır konuşurlardı. Beni sevmezlerdi belki de senden korktukları için mecbur oynuyorlardı benle. Tüm bu yaşananlarda senin hiç suçun var mı? yoksa bütün suç senin mi inan bilemiyorum baba….”

Canhun belki de babasının bir zamanlar başka birilerinin başında vefa nöbeti tuttuğu gibi nöbet tutan bu adama bakmaya başladı.

 “Sen evlimisin “ diye sordu. “Evliyim bir oğlan bir kız var, ellerinden öperler” dedi. “zor olmuyor mu bir haftadır görmüyorsun onları, belki sana değil ama onlara zordur” diye ekledi. Çelikten sinirleri olan adam “yok be kardeşim alıştılar onlar biri on biri on iki yaşında. Büyük olan kız küçük olan oğlana ablalık da yapıyor. Bizim hayatlar böyle bazen bir ay eve uğramadığım oluyor, ne yapalım ekmek derdi, kavgası böyle”,

“ben gideyim yarın gene uğrayayım, görüşürüz” diyerek ayrıldı babası İlhan Bey’in yanından Canhun

“Yıllarca beni yalnız bıraktığın gibi yalnız bıraktım baba seni. Hatta daha da kötü bir şey bu yaptığım,  seni, seni hiç tanımayan bir adama emanet edip çıkıyorum. Şefkat tanımanın ve paylaşmanın ortak noktalara sahip olmanın ürünü değil mi? Birazdan ölürsen üzülür müyüm?  Üzülmeyeceğimi düşünsem de bazı şeyler üzerinden çokça zaman geçince duyguya dönüşmüyor mu? Belki de tarifsiz bir mutsuzluk olup bir iç sıkıntısı olup ciğerime basacak bu yaptığım. Dursam ne ki, oğlunun geldiğini bilmiyorsun bile.”

Merdivenleri inerken okul merdivenlerinden inişleri geldi aklına. Tüm diğer arkadaşlarını kapıda anne babaları karşılarken her katı inişte bahçe kapısındaki kalabalığın arasından yalnız yürümek zorunda kalacağını düşünür, okula gelmekten çok okuldan ayrılırken sıkılırdı. Zemin kata geldiğinde danışmadaki güzel kızlara teşekkür dolu bir iyi günler dileyerek çıktı hastaneden.  Gidip motoru almalıydı, soğuğa aldırış etmedi, yürümeliydi. Ya babası yarın ölürse ne yapardı?