Bir sözleşme ya da yasa insanları yaşatır mı? Elbette hayır. Hiçbir yazılı metin insan hayatını korumaya tek başına yetmez. Sözleşmelerde veya yasalarda yazılı kurallar uygulanırsa insanları korur ve ancak o zaman insanlar yaşar. İstanbul Sözleşmesi için de durum bu. Fakat kadına yönelik şiddet o kadar açık ve fütursuz hale geldi ki kadına yönelik şiddeti önlemek için yazılmış bir metni kaldırmak isteyenlere karşı “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” demek gerekti.

İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin başkanlığında İstanbul’da toplanan Avrupa Konseyi tarafından kabul edilip imzalandığı için bu isimle anılıyor. Sözleşmenin tam adı Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi. Bu adı tekrar tekrar söylemek gerekir. Zira sözleşmenin amacının ne olduğu ve sözleşmeye karşı çıkanların neye karşı oldukları bu adın söylenmesi ile daha açık hale geliyor.

İstanbul Sözleşmesi, ‘Batının bize dayattığı bir sözleşme’ değil. Bilakis, Türkiye’nin başkanlık yaptığı dönemde, Türkiye’nin öncülüğünde hazırlanan ve imzalanan bir sözleşme.

Sözleşmeye karşı olanların sözleşmeyi okumadığı çok belli. Doğrusu sözleşmenin hangi hükmüne karşı oldukları konusunda bir fikirleri de yok. Ama bildikleri bir şey var: Kadını birey olarak gören, onu sadece anne, eş, namus öznesi olarak görmeyen bir sözleşme ile kaşı karşıya oldukları. Sözleşmeye ve sözleşmenin getirmek istediği düzene bu nedenle karşılar. Çünkü onlar kadınların evlerinden dışarıya çıkmayan, çalışmayan, sadece kocasının sözünü dinleyen, onu mutlu etmekten ve çocuklarını büyütmekten başka bir şey düşünmeyen kişiler olmasını istiyorlar. Kadını birey olarak gören her anlayışa karşılar.

Büyük Atatürk’ün kadını toplum hayatının en önüne koyma gayretleri nasıl ki bilinçli bir tercihin sonucu ise kadını toplum hayatından çekip çıkarmaya, onu evine kapatmaya çalışanların faaliyetleri de bilinçli tercihlerinin ürünü. Kadını -yani toplumun yarısını toplum hayatının en önüne koyanlar- özgürlüğü, demokrasiyi, aydınlanmayı amaçlarken; kadını toplumun dışında tutmak isteyenler baskıcı, otoriter ve totaliter rejim özlemi duyuyor.

Kadına yönelik şiddet politiktir diyoruz. Çünkü:

Kadını bir kez toplumun dışına almış, onu birey değil; anne, eş, namus öznesi haline getirmişseniz artık toplumun geri kalanına da istediğiniz yaşam biçimini dayatmanız ve onları baskı altına almanız mümkün hale gelir. Bu nedenle otoriter ve totaliter bir rejim kurmak istiyorsanız, bunu kadını toplumun içinden çekip almadan başarmanız mümkün değildir.

Kadını toplum dışına çekmek isteyenlerin karşısındaki en önemli sorun kadının ve hayatın direncidir. Kadını toplum hayatının dışına almak o kadar kolay bir iş değildir. Kadın, doğanın üstün ve güçlü cinsi, toplum dışına itilmeye o kadar kolay boyun eğmez. Hayatın kendi dinamikleri de buna olanak vermez. O halde amacı karanlık olanların yapması gereken şey bu direnci kırmaktır.

Kadının direncini kırmak için; değersiz saymadan zayıf görmeye, şiddet uygulamaktan tecavüze kadar bir dizi eylemi yaygın hale getirmeniz gerekir. Kadını bu şekilde ‘yola getirmeye’ çalışan anlayış, bunu engelleyen her sözleşmeye her yasaya karşıdır.

O nedenle kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri ve tecavüzler politiktir. Hepsi kadına boyun eğdirmeye çalışır. Boyun eğmeyen kadını kendisine hedef seçer.

İstanbul Sözleşmesi’nin koruduğu tek şey bu nedenle sadece kadınlar değildir. Kadına yönelik şiddetle kadının direncini kırmak isteyenlerin istedikleri dünyanın gerçek olmamasını sağlamaktır. Onların istedikleri dünya sadece kadınlar için değil erkekler için de cehennemdir. O nedenle İstanbul Sözleşmesi’ne ve bu sözleşmenin temsil ettiği değerlere sahip çıkmak özgürlüklerimize sahip çıkmaktır. Ve o nedenle sahip çıkma sadece kadınların değil erkeklerin de görevidir. Bu ancak görev kadın ve erkeğin dayanışması ile başarılabilecektir.