Dün akşam bu yazıyı yazmazdan hemen önce  İz Gazete'nin de yazarlarından olan Evren Barış Yavuz'un bir tweeti üzerinden, Muammer Özer tarafından 1990 yılında hazırlanmış "Özlem" adlı belgeselin bir kısmını izleyebildim. 12 Eylül sonrası cuntaya direnen ve yaşamdan kopartılan devrimcilerin çocukları ile yapılmış röportajlar fazlasıyla canını yakıyor insanın. İzlemenizi tavsiye ederim. Belgeselin ardından bu topraklarda ne çok acı biriktirilmiş olduğu gerçeğiyle başbaşa kaldım gecenin sessizliğinde.  Sonra İzmir'den başlayıp dört gündür süren yolculuğumda uğradığım kentleri ve bugüne kadar o kentlerin ve insanlarının payına düşenleri, o kentlere reva görülenleri aklımdan bir bir geçirdim.

İzmir'den başladığım yolculuğun ilk gecesinde Konya'nın Ereğli ilçesinde konakladım. Kendi memleketim olması dışında hayatımda en çok etkilendiğim hikayelerden birinin sahibi olması yönüyle de önemsediğim kentlerden birisidir.            1960'lı yılların ortaları olsa gerek; Garip Ömer lakaplı kimsesiz bir adam dönemin Ereğli emniyet müdürü tarafından keyfi bir şekilde gözaltına alınır ve gözaltında işkence ile öldürülür. Olayın duyulması ile birlikte kentte birkaç gün boyunca sürecek olaylar ve çatışmalar başlar. O zamanlar ilçede bulunan iki karakol da halk tarafından ateşe verilir. Anadolu topraklarına işlenmiş acıların, alışkın olduğumuzun dışında doğrudan politik olmayanlarının da varlığını gördüğümüz örnekte Garip Ömer'in kimsesiz sanılan can ağrısının bir kentin büyük öfkesine dönüşümüne şahitlik edebiliyoruz.

Garip Ömer'in hikayesini ardımızda bırakıp başka şehirlere doğru yol alıyoruz.Dün yolculuğun üçüncü günüydü ve Antep üzerinden  Urfa'ya doğru ilerlerken Suruç'un kıyısından geçip gittik öylece. Herkes öylece geçip gidiyordu; arabalar, otobüsler, kamyonlar... Bir kaç yıl önce ellerinde savaşın orta yerindeki çocuklara verecekleri oyuncaklar ile Suruç'ta katledilen o güzel insanlar gibi geçip gidiyordu herkes, sarı sıcak ovaların kenarından. Onlar da dün bizim geçtiğimiz yollardan geçip, gördüğümüz dereleri, ırmakları  görüp, yol üzeri geniş ovaların düzlüklerine dalıp,  büyük hayaller kurdular belki de yol boyu. Ve o yoldan bir daha geri dönmediler. Ne çok insanın canı yanmış bu memlekette, tohum diye dört bir yanına acı serpilmiş bu topraklarda; ne çok insan eksik bırakılmış yaşamın orta yerinde. Ölüm nasıl da sıradan kılınmış. Bu sıradanlığın içerisinde en yüzsüz halleri ile nasıl da alkış tutmuş kimileri olan bitene. Ve hukuken nasıl da hesapsız kalmış olan biten onca şey. Suruç'ta yitirdiğimiz o güzel insanlara selam verip devam edelim.

Urfa'da verdiğimiz kısa bir molanın ardından Mardin'e doğru ilerledik. Akşam saatlerinde Kızıltepe'den geçiyorduk. 2004 yılında evinin önünde oynarken,  henüz 12 yaşındayken babası ile birlikte öldürülen Uğur Kaymaz'ın memleketi Kızıltepe'den. On iki yaşında bedeninden on üç kurşun çıkmıştı Uğur'un. Gerekçe mi? Gerekçe basit. O küçücük çocuğu öldürenler onun için "terörist" demişlerdi. Yaşasa 27 yaşında bir delikanlı olacaktı ve biz belki de dün akşam Uğur'un hemen yanından geçip gidecektik Kızıltepe'den Mardin'e doğru.

Şimdi, bu yazıyı yazarken Mardin'de bir otel odasındayım. Hem memleketin dört bir yanında, hem de bir gün içerisinde kıyısından geçip gittiğim her kentin payına düşen acıları hatırlamaya çalışıyorum. Bir ülke için bu kadarı da fazla diyebileceğiniz ne varsa bizim buralar için "basit ve sıradan" kalıyor. Buraya gelirken gördüğüm, yanlarından geçtiğim ve yarın dışarıya çıkıp yürürken göreceğim, sohbet edeceğim, oyunlarına şahitlik edeceğim, seslerini duyacağım o çocuklar büyüyebilsin diye değişmeli artık yaşamın akışı. O çocuklar yaşayabilsin diye... Bu karanlık, bu bezirgan saltanatı bitsin diye...