“…O sularda çimdik, bitti; köprüleri geçtik, bitti
O elmanın tadı orda, o kuş çoktan öttü, bitti
Artık çocuk değiliz, susarak da bir şeyler diyebiliriz
Günler devlet alacağı, yıllar bir kadehçik buzlu rakı
Oyunlar oyuncaksı, oyuncaklar eski şarkı
Kavaklara oklu yürek çizip duran o çakı
Nerde şimdi, nerde şimdi, nerde o kan sarhoşluğu…”

20’li yaşların başı, ilk gençlik yılları. Daha vurulmamışız, yorulmamışız, polis telsizine hiç düşmemiz adımız. Koşuyoruz dünyanın ufkuna dolu dizgin, adımlarımız atik, kararlı; yanaklarımız al al; utanca aşina değiliz, başımız dik ve ellerimizde karanfil tutuyoruz her bir köşe başı için. Mağruruz dağlar gibi, makul değiliz kendimize. Her düş, düşüşünün hızını hesaplamalı; bilmiyoruz tüm bunları. Sözümüz var yarına dair, insana dair, sevdaya dair; pamuk kadar hafifiz vicdanda, dirençte demir gibi ağır. Her gün yoklamada tam çıkıyoruz, eksildiğimiz günler değil henüz. Uyuyoruz, uyanıyoruz, şiirlere sarılıyoruz; Nazım olup Varna’dan Memet’e sesleniyoruz ve üstelik ‘yoksuluz, gecelerimiz çok kısa’ fakat razı değiliz bu yoksulluğa, yoksunluğa. Gecekondulardan geliyoruz; elinde salça ekmekle büyüyen çocukların, sömürülen işçinin ve kadınların, yok sayılan bir kavmin -Kürtlerin- öfkesini taşıyoruz hayata. Bir inancın eşiğinde ve el eleliğin kudretiyleyiz, ümitliyiz.

“Geriye bakarak yanıtlıyoruz birbirimizi

Bir destek aranır bir güç alırcasına

Dönerek ikide bir anıların ülkesine..

Alnımızı gererek konuşuyoruz, kaşlarımızı

Bir ince eğimle siper edip bakışlarımıza

Çok iyi bildiğimiz bir duyguyu

- O biraz yenilgiye biraz ezikliğe benzer

Ortak yaşadığımız sızım sızım -

Saklamaya çalışıyoruz birbirimizden…”

30’lu yaşların başı, yetişkinlik yılları. Çayımız acılaştı, gözlerimizde tek yönlü hüzün şeritleri; kemiklerimiz ağrıyor bir sebepten ve ellerimiz daima terli; tüm köşebaşları tutulmuş, karanfiller cenaze çiçeği; başımız hala dik fakat yoklamada eksildik; utancı bir rozet gibi iğnelemişiz göğsümüze, öncülümüz ardılımız kurşun asker; sabıkız, sabıkalıyız, tutanaklarda ‘sanık’ geçer adımız. Yine de mağruruz dağlar gibi ve makul değiliz kendimize. Sözümüz var yarına dair, insana dair, sevdaya dair; pamuk kadar haififiz vicdanda ve dirençte demir gibi ağır. Koşuyoruz dünyanın ufkuna dolu dizgin ve Selçuk ağabeyin sözleri çalınıyor kulağımıza bir gün bir yerde: “Güvenlik yok, iş yok, gelecek yok, hukuk yok, anayasa yok, yaşıyoruz; bu yaşamak çok kutsal, öyle mi? Öyle değil. Yaşamın kendisi değil kutsal olan; kutsal olan adil bir yaşam, kutsal olan onurlu bir yaşam, kutsal olan güvenli bir yaşam, kutsal olan haysiyet sahibi bir yaşam, yaşamın kendisi değil, sırf yaşamak değil kutsal olan. Milyonlarca insan ölüyor her gün, hiç uğruna; trafik kazalarında, savaşlarda, hastalıkta. Ölmek ya da kalmak meselesi değil bu mesele, onurlu yaşamak ya da yaşamamak meselesi. Adaletli yaşamak ya da yaşamamak meselesi…” Dünyanın her yerinden geliyoruz; yoksul çocukların, sömürülen işçilerin ve kadınların, yok sayılan bir kavmin –kürtlerin- öfkesini taşıyoruz. Bir inancın eşiğinde ve el eleliğin kudretiyleyiz; ‘öyle geçiyoruz ki kaldırımları sanki bu düşenler biz değiliz’, ümidimiz çok yerden kan kaybediyor fakat turnike yapmayı da öğreneceğiz.

Okuyucuya sevgi ile.