Çarşamba günü (15 Ocak) Nazım’ın 118. yaşını kalabalık bir grupla kutladık. İzleyicilerin pek çoğu mücadelenin içinden varolmuş, onlarca yıldır haksızlığa, zulme karşı sokaklarda, hapishanelerde savaşım veren insanlardı. “Sosyal Demokrasi Vakfı” ve “68’liler Birliği”nin üyeleriydi bu dostların çoğu. Hepsi de hâlâ ilk gündeki gibi sevdaya ve kavgaya hazırdı… Okunan şiirler ve kurulan sözler, yalnızca o salon için değil bütün bir memleket için umut doluydu.

Konuşmaların bir yerinde söz döndü dolaştı ve benim 2014 yılında yayınladığım “Zito i Epanastasis” (Yaşasın İsyan) adlı kitabıma geldi. Hatırlayacaksınız; İzmir İnciraltı’nda “Anadolu’nun yoksul halkı bizim kardeşimizdir ve Küçük Asya’nın işgali İngiliz emperyalizminin bir oyunudur” diyerek silah bırakan ve bu eylemlerinden ötürü Yunan Krallığınca Ocak 1921’de kurşuna dizilen 200 yiğit Yunan Sosyalistine adanmış şiirler vardı o kitapta. Özellikle havuz medyasının “Sabah”ı ile liberallerin olayı yok sayan tavrı ve “bizim mahalleden” kimi insanların saldırıları sohbete konu oldu...

Bu şiirleri neden, niçin, neye karşı yazdığımı pek çok yerde söyledim ve geçen hafta da ABC’deki köşemde yeniden ayrıntısıyla yazdım... Fakat bir tesadüf sonucu gördüğüm ve Nazım Hikmet’in “Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim” adlı romanında yer alan şu bölümü burada bir kez daha paylaşmazsam olmazdı çünkü saldırı biraz da; o yıllarda bu olayın ‘neden herhangi bir edebiyat metninde yer almadığı ve o dönemin sanatçılarının neden haberdar olmadıkları’ üstüneydi.

Oysa o yıllarda “Türkiye Komünist Partisi” ve içerideki yurtsever sanatçılar Yunan Ordusu’ndaki isyan çağrılarından da, ölümlerden de, mahkûmiyetlerden de haberliydiler… Nitekim TKP Genel Sekreteri Şefik Hüsnü’nün Eylül 1922’de Aydınlık’ta yazdığı yazı bunun en güzel kanıtlarındandı!

Ardından Nazım Hikmet’in andığım kitabının 9. sayfasındaki şu bölüm, ihtimal ki İzmir’in Karantina semtinde bir küçük pencereden denize bakarken yazılmıştı “…Bu sulara 1919’da Yunan Donanması demirledi. Yunan Orduları bu kıyılardan bastı ayağını Anadolu toprağına İngiliz’in emriyle ve arpalar biçilip buğdaya başlanırken ve yine buradan 1922 sıcaklarında döküldüler denize, arkalarında yaktıkları şehri bırakarak. Yukarıdan böyle bakılınca, yangın yerleri, şehrin içinde öbek öbek ve karmakarışık boşluklardı. Ahmet, alevlerin arasından İzmir’e giren Türk atlısını gördü. Her nedense bir tek atlıyı, her nedense Adana köylülerinden bir atlı. Niçin Adana köylülerinden? Bir elinde al sancak, bir elinde yalın kılıç… 1922 sıcaklarında İzmir’e giren Adanalı atlı şimdi, 1925’te nerelerdedir? Ne yapıyor? Hangi beyin çiftliğinde ırgat? Yarıcı? Ya Yunan Komünistleri? Yunan ordusunu isyana çağırdıkları için kurşuna dizilenler değil; onlar Anadolu toprağında yatıyor, Mehmetçiklerle yan yana, ötekiler, hapse atılanlar? Hâlâ bir Yunan adasında, demirlerin arkasındalar mı?”

Nazım Hikmet ve o dönemin sol siyaset insanlarındaki tarihsel vicdan her zaman bir saat gibi işlemişti... Yunan komünistlerinin hakkı olan onurlarını onlara teslim ettiler ve ‘öte yakadaki’ vicdanlı tarihçiler, Petra Petratos* başta olmak üzere bu büyük mücadeleye ses oldular.

Bir kez daha yinelemek isterim ki bir şair, geçmişte unutulmuş küçücük bir barış fısıltısını dahi duysa, onu bir çığlığa dönüştürmek dışında hiçbir şey düşünemez, düşünmemelidir. Tıpkı “yeni bulduğu bir serumu, kendi damarlarında deneyebilen bir doktor***” gibi… Çünkü “barış içinde ancak soluk alabilir evren…”** Tarihin kanlı karanlık labirentinde sınanmış bilincimizden bunu öğrendim ve başkaca da bir şey gelmedi elimden!

18 Ocak 2020, Balçova

*Petra Petratos’un “Küçük Asya Savaşı ve Yunan İşçi Hareketi” adlı kitabı bu direnişlerin anlatıldığı önemli kaynaklardandır ve kurşuna dizilen 200 Yunan Askeri’nin manifestoları da bu kitaptan dilimize çevrilmiştir.

**Yannis Ritsos’un Barış şiiri’nden.

***Nazım Hikmet, Tahir ile Zühre Meselesi; “meselâ denerken damarlarında bir serumu, ölmek ayıp olur mu?”