Hırslı biri misin? Her şeyi adım adım planlar mısın? Yoksa büyük hayalleri olan ve hayallerinin peşinden giden biri misin?

Şimdi içinde bulunduğun durumu sana 25 yıl önce söyleseydi biri “Hadi oradan” der miydin?

Cevabın ne olurdu? Benim cevabım?...

Yıllar önceydi… Büyüdüğüm ilçeden Bandırma’dan İzmir’e gelmiştim lise bitince. Tarih öğretmenliğini kazanmışım ama haberim yok o bölümü yazdığımdan. Tarihten de nefret ederdim. Duyduğumda çok şaşırmıştım, çünkü o bölümü yazdığımı hatırlamıyordum bile. Yeni nesil bilmez, eskiden sistem biraz farklıydı…

Sonuçta okulumun ilk haftası eşyalarımı yaymadan bavulumu alıp memleketime geri döndüm. “Baba korkunç bir bölüm, ben orada okumam” dedim.

Sonuç ne oldu tahmin edin…

Geri geldim ve okudum…:)

Geleceğimle ilgili en ufak bir fikrim yoktu. Tarih öğretmeni olacak değildim, yok hayır… Muhtemelen şarkıcı olacaktım. Üniversitedeyken bir tesadüf eseri ev arkadaşımın şarkı söylediği mekanı terk etmesi sonucunda bir gruba dahil olup geceleri şarkı söylemeye başlamıştım. Uykusuz ama sürprizli bir öğrencilik hayatı geçirmeye başladım. Çılgınlar gibi eğlendiğimi düşündüyseniz sizi biraz hayal kırıklığına uğratabilirim, neyse…

Üniversite birinci sınıfta, yine çok yorgun bir günümde, nedenini bilmediğim bir şekilde Hatay Caddesi’nde otobüsün içinde ayaktayken, yemyeşil bahçeli kalın duvarlı, okul olduğunu tahmin ettiğim bir mekan gördüm. Gri binaların içinde rengarenk bir bahçe… Sordum arkadaşlarıma mekanı, eski bir kolejmiş… “Öğretmenlik için güzel bir yer, burada öğretmen olunur.” Dedim, güldüler. Sanırım üniversite birinci sınıf için fazla iddialı olmuş bu cümleler. Bizi almazlarmış niyeyse…Bir daha hiç açılmadı konu…

Amaaaa…

Geldik son sınıfa. Okulda büyük bir Tarih Sempozyumu var, Türkiye’nin önemli tarihçileri gelecek. Sunucu aranıyor. Sahneye ve mikrofona alışkın olan biri aranıyor ve bulundu dediler:)… Benmişim!…

Heyecanla sundum sempozyumu. O dışarıdan görünen özgüvenin bir parçasını bile içimde hissetmiyordum; ama bir güç sürekli ayakta tutuyordu bedenimi ve cümlelerimi…Hep öyle olurdu küçüklüğümden beri. Oysaki ilkokulda “Kabakulak” konulu sunumu yaparken heyecanlanıp sınıfın ortasında uzun çizmelerimi çişle dolduran bendim…Topluluk karşısında travma üstüne travma yaşayan ben…Artık çiş yoktu neyse ki. Heyecanla geçiştirebiliyordum durumu artık.

Sunduğum sempozyumda bir konuğu izledim ve sunumu yapan kişi o yemyeşil ama yüksek duvarlı okuldan gelmiş, branşı tarih hem de. Bir arkadaşımla beraber tanıştık onunla ve okuldan gelen diğer öğretmenlerle. “Derslerinize girebilir miyiz?” dedik ve okuldan kaçıp o yeşil ağaçlı ve koca duvarlı okulda dersleri izlemeye başladık.

Sonra mı? Mezun olduk, tayinler çıktı, benim tayinim bol yeşillikli bir yere çıktı, Bolu’da bir dağ köyüne, gitmedim. Arkadaşım gitmek durumunda kaldı tayin yerine. Ben İzmir’de kalmak için her fedakarlığa razıydım. Babama tayin yerine gitmeyeceğimi söyledim. O da “Zaten gitsen de İzmir’e geri kaçarsın” dedi bana. Maddi açıdan yük olduğumu biliyordum, evi dağıtmıştık, eşya yok, para yok, beklenti çok…Bir o özgüven olduğundan hala emin olmadığım bir duygu var bir de istek…

Bir dershanede yani modern köle pazarında (!) stajyer olarak işe başladım ama hiç para vermiyorlar. Üstelik telefon paralarını bile istiyorlar. Yani üstüne para veriyorum emeğimin. Öyle ya stajını kaldırıyorlar daha ne istiyorsun? Geceleri şarkı söylemeye başladım yine yeniden. Hafta sonu dahil hem dershane hem şarkıcılık…Uykusuz ve fotokopi makinası müdürü! olduğum günler başladı. (İnsan sömürü düzeni başka bir yazımın konusu olacak)

İki yıl böyle gitti ve bir gün bir öğretmen arkadaşım gazetede gördüğü bir ilanı gösterdi bana. Hani yemyeşil bir yer vardı kalın duvarlı. Tarih öğretmeni arayan yemyeşil kampüslü bir okul…

Tesadüf? Bilemem. Şans? Bilemem. İlahi adalet? Bilemem. Son başvuru ne zaman? İlanı okuduğum andan itibaren yarım saat sonra. Hızla elle yazılan bir özgeçmiş, taksiye atlayış veeee son 5 dakikada başvuru kabulü. Sonra bekleyiş…Hatırlanma süreci, bol soru, bol sorgulama, kabul ediliş ve 22 yıldır aynı kurumda hala istekle heyecanla çalışıyor olmak…Mutlu son mu? Hep mutlu son mu olmalı? Mutlu son ne ki? İş dünyası ne kadar mutlu son olabilir? Bilemem.

Şimdi kurumları, işleri bir kenara bırakırsak…Bildiğim bir şey varsa; ben hep planlar üzerine, hırsla yapmış olamazdım bunları…Yeni moda kapitalist söylemler uymaz bu duruma…Zülfü Livaneli’nin bahsettiği “harese”* de değildi bu.

Sadece kader, şans diyebilir misin buna? Özgüven desek? Çoğu zaman vazgeçtim her şeyden, öz güven yerlerdeydi ve ben de tabii ki.

Olsa olsa içeriden gelen bir yaşam heyecanı ve istek olmalı bu…

Dibe indiğini hissettiğinde geçmişi şöyle bir kurcalamalı, tarihine bir göz atmalı ve karanlıkta kaldığında kendine bir şans vermeli insan: “Benim buralara koyduğum yemyeşil kalın duvardan sızan bir ışığım vardı, bu kadar karanlık değil buralar, biliyorum” demeli belki de.

Duvar zannettiğin şey belki de senin kendine çizdiğin duvardır, incelir o duvar, içinden geçilir eğer gerçekten istiyorsan. Kendine şans vermekle başlar bazen her şey…

* Zülfü Livaneli, Huzursuzluk, Doğan Kitap, “Harese nedir, bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Harese şudur evladım: Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar.

Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kan dikenle karışınca bu tat devenin daha çok hoşuna gider. Böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. Bunun adı haresedir. Demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir. Bütün Ortadoğu’nun âdeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.”