Bir şeyin değerini anlayabilmek için ondan bir süreliğine uzak kalmak gerekiyor. Corona günlerinde sokağa çıkma yasağıyla birlikte evlere hapsedilince bunu daha iyi anladık. Kısa bir süre önce açık hava konserlerine ve açık hava tiyatrolarına izin çıktı. Ekim ayıyla birlikte bale, opera ve senfoni orkestralarının da perdelerini açmalarını dört gözle bekliyoruz. Sanat severler için özellikle bale sanatının yeri çok ayrı. Bale deyince, nedense sokaktaki sıradan vatandaşın aklına sahnede hoplayan zıplayan insanlar geliyor. Gerçekten bu kadar basit mi? İzmir Devlet Opera ve Balesi için Minyatür ve Gece Balelerini sahneye koyan Brezilyalı koreograf Ricardo Fernando da aynı dertten muzdarip. Ricardo Fernando hayatını baleye adamış bir dansçı, olağanüstü bir koreograf. “Benim bütün hayatım neredeyse stüdyoda geçiyor. Bir eseri sahneye koyarken kendimi bir heykeltıraş gibi hissediyorum. Bu süreç benim için bir çeşit büyü. Eserin başarıya ulaşması prova sürecinin çok iyi geçmesine bağlıdır. Yüksek bir enerji, espri anlayışı ve açık bir algının bunda payı çok büyük. Özellikle espri anlayışı, dansçıların kendilerini daha rahat ve daha hafif hissetmelerini sağlıyor. Ağır ve gergin değil. Hafif hisseden dansçılar sahnede rüzgar gibi eserler. Ayrıca sahnenin geri kalanı, kostüm, ışık, sahne, set ve makyaj hepsi kendini rahat hissetmeli ki sonuç mükemmel olsun.  Bu kısaca sahne arkasındaki prova sürecinin hikayesidir.”

Ricardo Fernando sokaktaki sıradan insanın baleyi yeterince tanımadığını ve dolayısıyla baleye gereken değerin verilmediğini düşünüyor. En azından bale izlemeye gelen halkı bilinçlendirmeyi ve bale izleyicisi yetiştirmenin yolunun onları provaya davet etmekten geçtiğini düşünmüş olmalı. Bu nedenle, bale başlamadan önce ışıklar karardığında sahnede müzik eşliğinde beyaz perdeye dansçıların prova yaparken çekilmiş siyah beyaz görüntüleri yansıyor. Dansçıların stüdyodaki prova sürecini izlerken bir eserin adım adım nasıl ortaya çıktığına tanıklık ediyoruz. Ricardo Fernando neden böyle bir film çektiklerini şöyle açıklıyor. “Seyircinin dansçılar hakkında daha çok şey bilmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Seyirci sadece eserin başlangıcında açılan ve balenin sonunda kapanan perdeyi görüyor. İzleyici eseri sanki bir dilim kek yermiş gibi izliyor. Eser bittikten sonra, tiyatroyu terk ederken eserin arka planında yapılan işleri bilmiyor. Eser sahneye konup onların önüne hazır biçimde sunulurken bu çok fazla sayıda kişinin çalışmasının sonunda gerçekleşiyor. Sahne arkasında yapılan çok fazla iş var. Bazen insanlar “bale çok güzel, çok hoş, balerinler ne kadar güzel uçarcasına dans ediyor” diyorlar. Bale bu değil. Sadece uçmak, atlamak, zıplamak değil. Bale bu kadar basit değil. Bale çok zor bir iş. Seyircinin bunu takdir edebilmesi ve yapılan işe saygı duyabilmesi için balenin hazırlanma sürecinin ne kadar zor ve değerli olduğunu göstermek istedik. Seyircinin eseri izlerken sahne arkasında neler olup bittiğini hayal edebilmelerini amaçladık. Seyircinin asla görmediği şeyleri gösterdik. Stüdyoda ısınan dansçılar, eller, ayaklar, yürüyen dansçılar, dans edenler, işte stüdyoda bunlar yaşanıyor demek istedik. Baleyi sahneye böyle koyuyoruz. Bu hayatın ta kendisi. Artık baleyi izleyebilirsiniz.” Bu film sadece emeğin ve sanatın ne kadar değerli olduğunu değil, aynı zamanda hayatı insanca yaşayabilmek için sanatın su, ekmek gibi bir ihtiyaç, bir gereklilik olduğunu da bize hatırlatıyor. Ekim ayında perdeler açılınca çölleşen, kuruyan ruhlarımız da biraz olsun can suyuna kavuşacak. Devlet opera ve balesine, tiyatroya, senfoni orkestralarına olan özlemimiz bitecek. O zamana kadar, ruhlarımızı sanatla besleyip diri tutmakta fayda var.