Emel KADÖR- Burcu Aktaş’ın kitabı sadece bir söyleşi kitabı değil. Selim İleri’nin yaşama, ölüme, ilişkilere, edebiyat dünyasına, kendine bakışını yansıtan; acıları, pişmanlıkları, kırgınlıklarını dile getirdiği samimi bir iç döküş kitabı. On iki bölüme ayrılan eser, İleri’nin o geceden anımsadıklarını anlattığı birinci bölümle açılıyor. Burcu Aktaş’ın yazarımıza yönelttiği sorular, o geceye ait ayrıntılar, ayrı bir punto ile verilen Selim İleri’nin iç konuşmalarıyla ilerliyor. 

Selim İleri 5 Mart 2021’de beyin embolisi geçiriyor. Yanında Burcu Aktaş var. O fark ediyor bir gariplik olduğunu konuşma sırasında. Hemen yardımcısı Ali Bey’i arıyor. 7-8 dakikada acil ambülans geliyor. Sakura Hastanesine. Beyin anjiyosu çekiliyor. Büyük ölçüde kurtarıyorlar tüm fonksiyonları…

“Şu an ellerinde, bacaklarında hareket var. Zamanla daha da iyi olacak, zamanla geri gelecek tüm fonksiyonlar…Konuşması için aynı sözü veremem.” diyor doktor. 

İçimin cızladığı an. Okurken gerçeklikten kopup o anda kalıyorum. Ne olur mucize olsun. Yine konuşsun, yazsın, anlatsın… Bir buçuk yıl süren hastane evresinden sonra dönüyor evine sevgili yazarım.

Kitabın kapağındaki plak çocukluğuna bir gönderme. Yedi yaşındaki Selim, Beyoğlu Yeni Melek Sineması’sında Çiçekçi Kız La Violetta adlı bir film izliyor.  Başrol oyuncusu Sarita Montiel’den çok etkileniyor. İspanyol oyuncu uzun yıllar Türkiye’de de çok sevilen bir müzik yıldızı oluyor. Otuz yıl sonra birden o filmi anımsıyor ve 3-5 ay her fırsatta Montiel’i anıyor, anlatıyor.  O günlerde İspanya’dan yeni gelmiş Türk asıllı bir genç kızla tanışıyor ve ona da söz ediyor Sarita Montiel’den. Kız şaşırıyor: “Bu sabah öldü. Madrid’de bayraklar yarıya inmiş.” diyor. Aylarca anısıyla yaşamışım. Al sana metafizik, bir fizik ötesi.” diye düşünüyor Selim İleri.

Dört yıl önce yaşadığı 40-50 dakika süren konuşamama, on gün önce yaşadığı düşme olayı hastalığın işaretleri. Doktora gitme konusundan hep kaçmış. “Hep kaçtım. Beni bunca seven, bana değer veren insanları dinleseymişim” diyor, ekliyor: “Birkaç defa bana haber verdi. Ama her şey bir kader.

“Yazmaktan başka ne biliyorum…Kitap okuyamayacağım. Dün otuz sayfa okudum. Otuz sayfa okuyacak insan mıydım? Hastanede Sait Faik’in son hikayelerini okumaya çalıştım. Bir hikayesi vardır. Önünü görememeyi, ölümün artık her şeyin yerini alacağını anlatan… Son hikayelerinden biri “Kalinikhta ” Milyonlarca anı… Bir anı sağanağı! 

Düşüşten Sonra’da Selim İleri; yaşamını, edebiyatını, Türk Edebiyat’nın ustalarıyla ilgili düşüncelerini, önceki romanlarında olduğu gibi, büyük bir içtenlikle anlatıyor. Kendisini tüm çıplaklığı ile okura sunan bir yazar o. Çocukluğunun İstanbul’undan, gençliğinin edebiyat ortamlarından gönül gözüyle çektiği tüm fotoğraflar bugünün okurlarına derin bir hazine olarak dönüyor. Sait Faik, Cemal Süreya, Edip Cansever, Attila İlhan, Ahmet Cemal, Oktay Akbal, Adalet Ağaoğlu, Peyami Safa, Ahmet Hamdi, Gülten Akın, Peride Celal, İlle Füsun Akatlı, Behçet Necatigil ve daha kimler… Üzüntüleri, sevinçleri, pişmanlıkları, kırgınlıkları, mahcubiyetlerini konuşurken varlığın bütün hallerini, iyiliği, kötülüğü, ölümü, hiçliği sorguluyor.  

Ölümle karşılaşmanın yazmak da dahil her şeyi “beyhude” görme duygusuna vurgu yapıyor.  Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ve Peyami Safa’yı, kahramanını bir daha hatırlıyor. Orada, hastalar için “Aralarında kandan fazla akrabalık vardır.” satırlarını…

Hastanede Dr. Beyza Öztürk ile uzun uzun Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu konuştuklarını ve bu paylaşımlarla ona “kandan fazla bir akrabalık hissettiğini.” söylüyor. 

Böyle bir roman yazmış Peyami Safa’nın neden kötü bir insana dönüştüğünü; Nazım’ın arkasından akıl almaz insafsızlıkla yazdığı yazıları; keza büyük dostluk yaşadığı Nazım Hikmet’in de “Bir Provokatör Üstüne Hiciv Denemeleri’ni ve Peyami Safa’nın fiziksel sakatlığını alaya almasını, içi acıyarak çözemediğini sorguluyor. 

“Dünkü hatıralar açık seçik değil. Altmış sene önceki hatıralar pırıl pırıl. Cihangir’de Kumrulu Yokuş Sokağı’nda kim olduğunu bilmeden Zeki Faik İzer’in evinin önünden geçerken ilk defa tuvaller görüyorum, onlara bakıyorum.  Bir gün, çok mu merak ettin, deyip beni içeri çağırdı. Tuvalleri boyaları gösterdi. Sekiz yaşındaydım. O güne kadar tek bir fırçayla resim yapılıyor zannediyordum. Boy boy fırçaları görüşüm dün gibi geliyor. Sonra okuyarak öğrendim Zeki Faik İzer’i, modern bir ressam ama Divan edebiyatını en iyi bilenlerden. Yani gel de hayata inan! Böyle değerli bir sanatçı, birkaç insanın ilgisini çekiyor. Yaşarken kim biliyordu?  Çocukluğumda ‘Cihangir’in deli ressamı’ diye alaya alınıyordu. Batı kültürünü özümsemiş, bizim kültürümüzden pek çok şeyi yaşatan, yeniden yapılandıran, örnek alınası bir sanatçı ve kimselerin haberi yok. Hayat hakikaten çok acayip. Niye yaşadılar, neden? Yaşadınız öldünüz, bir anlamı olmalı bunun.”

Selim İleri, edebiyatımızın önceki kuşakları etkilemiş yazarlarını, roman kahramanı olarak eserlerinin içine yerleştiren bir kalem. Odağına Ahmet Hamdi Tanpınar’ı aldığı “Yaşadınız Öldünüz Bir Anlamı Olmalı Bunun” kitabını anımsıyorum hemen. 

Edebiyat; bizi şiirle, öyküyle, romanla bize anlatan bir sanat dalı. Malzemesi en genel anlamıyla insan. Selim İleri, edebiyatımızın antolojilerde kalmalarına razı olmadığı usta yazarlarını, roman kahramanı olarak eserlerinin içine yerleştirerek meraklı okurlara yeni ufuklar açıyor. 

Biz yine Düşüşten Sonra’ya dönelim.

Hastanede “Ölü Bir Kelebek’te yazdığı Mihri Müşfik’i hatırlıyor İleri.  “Bunu niye çıkardım çekmeceden?” diye anımsamasına gerekçe arayışıyla.  “Hayat konusunda bir fikrim vardı. Belli bir yerden sonra insan kalbi kırmamak…Şimdi o da yok artık. Zaten kırmışım. Niye tüm bunlar? diyor. 

“Yazabilseydim şimdi aklıma gelen roman kişileri şunlar olacaktı: Nihal Atsız, Nazım Hikmet, Peyami Safa, Nahid Sırrı, Mehmet Akif, Suat Derviş, Necip Fazıl, Cemil Meriç, Sabahattin Ali, Afife Jale, Fikret Mualla, Beşir Fuad, Seher Şeniz, Suphi Kaner ve son yıllara doğru birçok adsız sansız gencecik insan.” 

Hastalık öncesi,  adını “Acı Hala Çok Genç” olarak koymayı düşündüğü  romanını yazıyormuş Selim İleri. Hastalık sonrası yazmayı anlamsız buluyor.  

2024’e geldik. Şükürler olsun ki Selim İleri daha iyi. Daha da iyisi Temmuz 2023’ten beri TRT2’de Eray Ak moderatörlüğünde Yalnız Okurlar İçin adlı bir programda okurlara sesleniyor, o her zamanki alçakgönüllü, bilge uslubuyla. 

Edebiyat; bizi şiirle, öyküyle, romanla bize anlatan bir sanat dalı. Malzemesi en genel anlamıyla insan. Selim İleri, edebiyatımızın antolojilerde kalmalarına razı olmadığı usta yazarlarını, roman kahramanı olarak eserlerinin içine yerleştirerek meraklı okurlara yeni ufuklar açıyor. 

Sen hep anlat, sen hep yaz Selim İleri biz okurların buradayız. Bekliyoruz. 

Büyük Anlatının İzinde Ahmet Büke’nin “Deli İbram Divanı”nda Eril İktidarların Temsili

Erinç BÜYÜKAŞIK

Türk romanlarında erkek karakterlerin iradesizliği, Sigmund Freud'un psikanalitik yaklaşımları ve büyük anlatı teorisi çerçevesinde incelendiğinde, ilginç ve derinlemesine bir analiz ortaya çıkar. Bu makalede, özellikle "Felâtun Bey", "Şöhret", "Bihruz", "Ali Bey", "Suphi", "Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ın Talat’ı" ve "Sergüzeşt’in Celal’i" gibi önemli karakterlerin iradesizliği, psikanaliz teorisi ve büyük anlatı bağlamında ele alındığında toplumsal ve kültürel değişim dinamiklerinin belirleniminde payı büyüktür.

Freud'un id, ego, süper ego kavramları, Türk romanlarında görülen erkek karakterlerin psikolojik yapısını anlamak için kullanılabilir. Özellikle Ali Bey'in çocuksu davranışları, Freud'un yetişkinlik dönemine geçiş ve cinsellikle ilgili teorileriyle açıklanabilir. Mehpeyker ile olan ilişkisi, libido ve savunma mekanizmalarının bir yansıması olabilir. Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ın Talat’ı gibi karakterlerde ise cinsel kimlik ve toplumsal normlarla uyumsuzluk, Freud'un psikanalitik yaklaşımıyla incelenebilir. Bu karakterlerin cinsel kimliklerini anlama çabaları, bilinçaltındaki çatışmaları gün yüzüne çıkarabilir. Romandaki bu izlek Osmanlı’dan itibaren batılılaşma, geleneğin devamı, milliyetçi-muhafazakar üst-kültürün eril tahakkümü açısından da irdelenebilir.

Türk romanları, büyük anlatılar aracılığıyla toplumsal normları ve ideolojileri ele alır. Antonio Gramsci'nin tefrika romancılıkla ilgili görüşleri, karakterlerin hayallerinin ve düşlerinin toplumsal beklentilere nasıl uyduğunu gösterir. Özellikle erkek karakterlerin büyük anlatılara olan bağımlılığı, onların toplumsal rollerini nasıl kabul ettiğini gösterir.    Türk romanlarında erkek karakterlerin iradesizliği, toplumsal cinsiyet rolleri ve milliyetçilik idealleriyle bağlantılıdır. Erkeklik idealleri, milliyetçilik etrafında şekillenir ve karakterler bu ideallere uyum sağlamaya çalışır. Bu bağlamda, erkek karakterlerin iradesizliği, toplumsal beklentilere uyma çabalarının bir yansıması olabilir.

Romanımızda erkek karakterlerin iradesizliği, psikanalitik teoriler ve büyük anlatı perspektifiyle incelendiğinde, karakterlerin derinlemesine psikolojik portreleri ortaya çıkar. Freud'un teorileri, karakterlerin davranışlarını ve çatışmalarını anlamamıza yardımcı olurken, büyük anlatılar ise toplumsal normların ve ideolojilerin karakterler üzerindeki etkilerini gösterir. Erkek karakterlerin iradesizliği, sadece bireysel bir özellik değil, aynı zamanda toplumsal ve ideolojik etkileşimlerin bir ürünü olarak görülebilir.

Ahmet Büke'nin "Deli İbram Divanı”nda ise Köstence Adası'nda yaşanan toplumsal dönüşümleri, sınıfsal mücadeleleri ve hegemonik çatışmaları detaylı bir şekilde ele alır. Romanda, Zina Mehmet'in devlet zorlamasıyla başlayan ilkel birikim süreci ele alınır. Bu süreç, ekonominin geçimlikten kapitalist bir yapıya evrilmesini simgeler. Sermaye birikimi ve tekelci pozisyon, ekonomik dönüşüm sürecindeki anahtar kavramlardır. Eczacı Süleyman, dedesinden devraldığı sınıfsal mirası koruma amacıyla bir hegemonya stratejisi benimser. Siyasete girmek yerine "siyaset olma" stratejisiyle toplum içinde etkileşim kurar. Ekonomik gücünü, politik etkileşimleri ve ideolojik aygıtları kullanarak iktidarını sürdürmeye çalışır. Romanın erkek kahramanının toplumsal erkeklik rollerini politik düzlemdeki tüm değişim değişim dinamikleri ışığında temsil ettiği ayrıca dile getirilmeli kuşkusuz.

Eczacı Süleyman'ın toplum içindeki siyasi etkileşimleri, rıza üretme stratejilerini yansıtır. Ideolojik aygıtları kullanarak, hegemonyayı sürdürmek adına toplumda kabul gören bir söylem oluşturur. Rıza üretme, sadece maddi zorun değil, aynı zamanda toplumsal katmanların inandığı bir ideolojiyi işler. Roman, sınıfsal mücadeleleri ve ekonomik dönüşümü temel alarak hegemonik bir projeyi betimler. Eczacı Süleyman'ın hegemonyasına karşı çıkanlar ve alternatif söylemler, karşı hegemonyanın potansiyellerini yansıtır. Toplum içindeki farklı sınıflar arasındaki çatışmalar, karşı hegemonik dinamikleri ortaya çıkarır. Roman, toplumsal değişimi vurgular ve alternatif söylemlerin ortaya çıkışını inceler. İktidar bloğuna karşı duranlar, toplumsal değişimi ve karşı hegemonik dinamikleri temsil eder.

Romanda, Köstence Adası'nda yaşanan toplumsal dönüşümleri, sınıfsal mücadeleleri ve hegemonik çatışmaları detaylı bir şekilde ele alarak, ekonomik, politik ve kültürel dinamikleri bir araya getirir. Ahmet Büke'nin eseri, sadece bireysel bir hikayeyi değil, aynı zamanda toplumsal bir panorama çizer. Bunu somutlamak doğrultusunda Eczacı Süleyman, kendi dar sınıfsal çıkarını dışsallaştırmakta ve toplumun genelinin çıkarı haline getirecek bir stratejik müdahale içinde yereldeki kültürel ve politik iktidarı tesis etmekte ve bir anlamda iktidarın inşaası içinde olduğu görülebilir okur tarafından. Eczacı Süleyman, projesi için, Heyet-i Nasiha etrafında toplanan yerel iktidar bloğunun tüm bileşenlerini hegemonyanın hem zor hem de rıza unsurunu garanti altına almak adına seferber etmektedir. Dalyancı kahvesinde kitleleri Eczacı Süleyman’ın projesine eklemlemek için yapılan toplantıda Lağımcıların Zaim’in sözleri de bunu kanıtlar niteliktedir:
“Her kayıkta dört çift kürekçi, bir silahçı, bir yekeci olacak. Ayrıca fabrikada da çalışacak insana ihtiyaç var. Süleyman Bey’in niyeti orada daha çok kadınları işe almak. Niye? Daha fazla eve ekmek girsin diye. Her aileden en fazla bir kişiyi av için alacaklar. Günlük yevmiye var, bir de akşam her kayığın yekun hasadına göre teşvik verilecek... Ayrıca Süleyman Bey dedi ki, işler iyi giderse ava katılan ailelerin kendi balıkları için aldıkları buzdan fiyat kırdırma düşünüyorum. Yani bu iş bizim başımızda devlet kuşu gibi dönüyor. Ürkütüp kaçırmazsak kursağımız biraz lokma görür” (Büke, 2021:151)

Roman kahramanı Eczacı Süleyman’ın da yeni girişimini kendi dar çıkarının ötesine geçen bir hegemonik söylemle, kitlelerin maddi özlemlerine seslenerek, onların rızasını bu maddi temel etrafında kazanacak şekilde sunmaya hazırlandığı dikkat çekmektedir. Elinde yunus yağı kavanozuyla yazıhanedeki boy aynasının karşısına geçerek yaptığı konuşmada sınıfsal ve hegemonik bir bilincin, buna uygun stratejinin izleri apaçık fark edilebilir. Taşrada inşa edilen hegemonyanın hayli toksit bir erkeklik üzerinde konumlandığını da ayrıca vurgulamak yerinde olur.

“İşte, ‘dedi’, sayın başkan, kıymetli vekil arkadaşlarım, işte bu elimde görmüş olduğunuz sıvıyı alelade bir mamul olarak telakki etmeyiniz... Bu memleketimize ‘makus talihindir’ diye giydirilen o deli gömleğinin dünyaya rağmen yırtılıp atılmasının nişanesidir. Bu ilerlemedir, büyümedir, tırnaklarıyla yolu açan müteşebbisin Leyla’sına kavuştuğunda döktüğü gözyaşıdır. Ve sanmayınız ki bu bir avuç insanın kâr ve kazanç iştiyakından vücut bulmaktadır. Tam aksine, necip milletimizin her bir ferdinin etiyle, fikriyle istediği zaferdir. Zira aziz milletimiz kendine aş, iş ve nafaka olarak dönen her hamlenin tereddütsüz müttefikidir. Ezcümle, bu elimde görmüş olduğunuz eşya aslında atiye aittir. İstikbaldeki yol, baraj, köprü, tren hatları, havalimanları ve dahi büyük temellerle dökülecek hudutsuz harcın neşet ettiği ruhtur...” (Büke, 2021: 134-135).

Kendi dar sınıfsal çıkarını halkın genel çıkarının uzantısı olarak sunmanın hegemonik bilincinde olan Eczacı Süleyman “siyaset” tanımını, iktidar bloğundaki diğer bileşenlere/müttefiklere ya da potansiyel olarak boynu vurulup iktidar bloğu içine satın alınarak etkisizleştirilmek istenen kişilere ve sosyal gruplara karşı ise açıkça para ile, özel çıkar ile, servet ve sermaye birikimi ile ilişkisi temelinde sunulur. İktidar bloğunun dışında kalanlara, kitlelerin zenginleşmesi, ülkenin kalkınması olarak sunulan süreç; iktidar bloğu içinde siyaseti tanımlamaya geldiğinde, özel çıkar olarak, para ve servet olarak karşımıza çıkmaktadır. Siyaset, iktidar bloğu bileşenleri için hudutsuz para, daha çok kazanç, yani sermaye birikimi anlamına gelirken bir şekilde  Gramsciyen anlamda politikanın taşradaki izdüşümleri yansıtılırken romanımızdaki erkeklik çerçevesinde şekillenen hegemonik yansımalar taşranın tüm erkekleri ve elbette Eczacı Süleyman ekseninde daha da belirgin kılınır. Gramsci’nin bütüncül devlet kavramlaştırmasından hatırlanacağı üzere, siyasal toplumla sivil toplumu eklemleyerek genişletilmiş anlamda “devlet” haline gelen iktidarın temsili taşranın bu toksit erkeklik temsilleriyle örgütlü hâle de bir şekilde getirilir.

Dünyanın Büyüsü-Turan Horzum

Hikayelerin Büyüsü


Benim bu ellerim neye yarar bilmiyorum. İçeriden konuşma gülüşme sesleri geliyor, duyuyorum. Doktora demişim ki, “Korkuyorum bacağımı keseceksiniz diye.” Doktor cevap vermedi. Dışarıda bekleyen abimle yengeme sormuş, “Depresyonda mı?” “Kadın milleti işte, hep depresyonda oluyorlar.” demiş abim. Bunu konuşarak gülüşüyorlar şimdi de. Abim komikliğiyle, hazırcevaplılıgıyla övünüyor. Kalpsizler!
Arzu UÇAR- DIŞ KAPININ MANDALI

YAZARIN BÜYÜSÜ

Öykünün sözlü kültür geleneğimiz olan hikâyeden ayrıştırılması benim için önemli. Hikâyeler dinlemek ve anlatmak bizim kültürümüzde çok kadim ve değerli bir yere sahip. Bir edebi tür olarak öykü ise hikâyeden yola çıkıp onu dilin ve hayal gücünün sınırsız olanaklarıyla yeniden biçimlendirme fırsatı veriyor bize. Ben hikâyelerle sarılmış bir çocukluk geçirdim, sonra okuduğum kitaplar ve yaşantım zihnimde bazı şeyleri yeniden yapılandırmaya, şekillendirmeye itti beni. Neden yazdığıma hâlâ tam bir cevap veremem. Bir dürtü bu; bazı hikâyeler bitmiyor bende, onları yazmak ve bende uyandırdıkları hisleri başkalarına da geçirme ihtiyacı duyuyorum.

Arzu UÇAR

UYKUDAN ÖNCE

Bu sayıda tanıtacağımız kitabımız, Arzu Uçar’ın ‘Arıların Dişleri Yoktur’

Sizce köpekler mama yerken patilerini kullanamadığı için zorlanıyor mudur? Ya da ağaçlar yerlerinden hiç hareket edemediği için çok sıkılıyor olabilir mi? Karınlarında birer cebi olan kangurular, acaba bu durumdan rahatsız mıdır?
Haydi, başka ülkelerde yaşayan ve karşılarına çıkan diğer canlıları anlamaya, onlarla empati kurmaya çalışan İpek ve Ren’e siz de katılın! Fakat unutmayın, bazen birinin duygu ve düşüncelerini anlayabilmek için o kişinin yerinde olmak gerekebilir...Arzu Ucar kıtabıyla ilgili bakın neler söylemiş: “Bu kitabı yazma amacım, engelli çocukların daha rahat ve hoşgörülü bir ortamda büyümelerini sağlamak için tüm çocukların ve yetişkinlerin zihninde farklı bir bakış açısı yaratmaktı. Sadece empati kurmak değil, farklılıkların güzellikleri olduğunun ayırdına varmak çok önemli benim için. Bu kitapla birlikte bu düşünceyi çok küçük yaştaki bireylerin zihninin bir köşesine yerleştirmek istedim.”

Editör: Özlem Çimen Durmaz