Hazırlayan: Turan Horzum

“Mücadele yaşatıyor. İnsan isterse her şeyin üstesinden gelebiliyor. Kadın gücünü fark ederse asla yolundan dönmüyor. Ve dokuz ay karnında büyüttüğünü, bir ömur kalbinde buyütmek zorunda kalan tüm anneler yaşadıkları özlem ve acıyla dünyayı tersyüz edebiliyor.” (Küllerınden Doğan Kadınlar- Mısra Öz- syf. 101)
Selda Kartal, ikinci derleme kitabıyla -Küllerinden Doğan Kadınlar- yine kadınları konuşuyor, konuşturuyor. Yirmi üç kadın yazar ve iki çocuğun kaleminden kadın sorunlarını okurken sadece acıyı, kederi değil umudu ve aydınlığı da hissediyor, onlarla yaşıyorsunuz.

Ülkemizdeki kadın cinayetlerini, taciz, tecavüz olaylarını görüyor(!) ama öte yandan izliyoruz da. Eril bir toplumsal düzenin sonuçları bunlar. Kötücül ve ayrımcı anlayış geleneksel bakış açısını hep korumaya calışmış, boylelikle itiatkârlığa boyun eğmeyen her kadına zulmü hak görmüştür.

Kartal, acı çekmiş ama dimdik ayakta duran kadınların hikâyelerini derlemiş. Bunu öyle yapmış ki yazarlar, ajite ve didaklikten uzak, samimi bir dille kurmaca ve gercekligi birleştirmişler. Bazı yazarların metinlerinde otobiyografik özellikler görülse de çoğu yazar (Mine Söğut, Nergis Seli, Duygu Özsuphandağ Yayman vb.) kurmaca metnin tüm olanaklarından yararlanarak direnen kadını anlatmışlar.

Ekolojik yıkımdan göç krizine  yolculuk: 23 Yazar, tek kitapta buluştu
Ekolojik yıkımdan göç krizine yolculuk: 23 Yazar, tek kitapta buluştu
İçeriği Görüntüle

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması Bildirgesi’nde kadına yönelik şiddet “ister kamusal isterse özel yaşamda meydana gelsin, kadınlara fiziksel, cinsel veya psikolojik zarar veya ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayalı eylem, uygulama ya da bu tür eylemlerle tehdit etme, zorlama veya keyfi olarak özgürlükten yoksun bırakma” şeklinde tanımlanmaktadır.

Kitapta anlatılan öyküler tam da bu yoksunluğu anlatan öykülerden oluşuyor.

Türkiye’de son yıllarda korkutucu düzeylere ulaşan kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz ,cinayet olayları ne yazık ki sürekli bir artma eğilimi de göstermektedir. Bu dramatik artışa bağlı olarak, kadına yönelik şiddetle mücadele eden kurumlar ve sivil toplum örgütleri yasal düzenlemelerin yapılması ve uygulanması, yardım hatlarının kurulması, kadın sığınma evlerinin çoğaltılması gibi öncelikli konulara odaklansa da bu çalışmalar eksik kalmaktadır.. Ancak etkin ve kalıcı çözümler için bilimsel araştırmalara ve bu araştırmaları temel alan uzun vadeli ve akılcı devlet politikalarına da ihtiyaç vardır. Öncelikle ‘İstanbul Sözleşmesini’ hayata geçirmek gibi…

Toplumsal dinamikleri hayata geçirmek kadar toplumu değiştirmek de şart. Edebiyat bu kadarını belki yapamayacak. Kitabın etkisinin küçük ve dolaylı olduğunu biliyoruz. Ancak zamanla birikir ve anlamlı hale gelir.

Selda Kartal da yaptığı bu derlemeyle kalıcı bir o kadar da anlamlı iş yapmış.

Tüm insanlık edebiyatın olanaklarını da kullanarak patriyarkal bakış açısını tarihin çöplüğüne atacaktır.

Küllerinden Doğan Kadınlar
Derleyen: Selda KARTAL
Biz Kitap

Stephen King: Korkunun krallığından çok daha fazlası

Hazırlayan: Erinç Büyükaşık

Stephen King’in dünyasına adım atan okur, karanlık koridorlarda yürürken yalnızca dehşetle değil, insan ruhunun kırılgan sesiyle de karşılaşır. “Korkunun kralı” etiketi, onun külliyatını tanımlamak için kolaydır ama eksiktir. Çünkü King’in romanlarında korku, bilimkurgunun soğuk merceğiyle insan kalbinin sıcak gedikleri arasında kurulmuş bir köprüdür. Bir bodrumda biriken ağır kokular, ıssız bir kasaba lokantasındaki fısıltılar, televizyonun mavi ışığında bekleyen çocukluk anıları… Tüm bunlar, kozmik bilinmezin habercisi olduğu kadar gündelik hayatın kırılgan ayrıntılarıdır.

King’in evreninde geçmişe açılan kapı yalnızca teknik bir geçit değil, aynı zamanda vicdanı sınayan bir eştir. 22/11/63’te kahramanın sık sık duyduğu “geçmiş kendini korur” sözü, romanın ritim çubuğu gibidir. Zaman itilip kakılan, keyfimize göre değiştirilebilen bir sahne eşyası değil; direnip geri tepen, kendine has bir iradesi olan bir aktördür. King bu noktada okuru basit bir “ya geçmişi değiştirebilseydik?” sorusundan çıkarıp ahlaki bir çelişkiye sokar: geçmiş değiştirilebilir mi, değiştirilmeli mi? Ve değişirse, hangi bedelleri beraberinde getirir? Bu sorular King’in diğer metinlerinde de yankılanır. Derry kasabasının uğultusu O romanından taşarak başka metinlere sızar. Orada duyulan kötülük, yalnızca bir canavarın gölgesi değil, toplumsal hafızanın kararmış bir izidir. Yazarın kurduğu evrende hikâyeler birbirini gölgeler, romanlar birbirine sessizce kapı açar.

King’in en keskin araçlarından biri, küçük kasabayı adeta bir toplumsal deney odasına çevirmesidir. Maine kırsalındaki sıradan kasabalar, onun kaleminde her şeyin denenebileceği birer laboratuvar hâline gelir. Mahşer’deki büyük felaket, salgın sonrasında insanların yeniden bir arada nasıl yaşayıp yaşayamayacağını sınar. Kubbenin Altında’daki görünmez bariyer, fiziksel bir olay olduğu kadar toplumsal psikolojiyi de açığa çıkarır. İnsan doğası daraldığında, oksijen tükendiğinde, maskeler iner; komşuluk ilişkileri, dini inançlar, güç mücadeleleri en çıplak haliyle ortaya çıkar. Bu alegoriler, King’in topluma tuttuğu aynadır. Ancak kimi zaman fazlasıyla keskinleşir. İyilik ve kötülük arasındaki çizgi o kadar belirginleşir ki, toplumsal çatışmanın karmaşık tonları silinir. Randall Flagg gibi şeytani figürler, şiddetin yapısal boyutlarını gölgeler. Bu, King’in sık sık eleştirildiği noktalardan biridir: alegori derinleşecekken karikatürleşir.

King’in güce ve onun bedeline bakışı, en keskin şekilde Carrie (Göz) romanında görünür. Duş sahnesinde başlayan linç ritmi, aslında sıradan bir genç kızın bedenine yönelmiş toplumsal sadizmin yıllar içinde birikmiş patlamasıdır. “Tanrı aşkına, Carrie, âdet görüyorsun!” çığlığı, yalnızca bir ergenlik şokunu değil, beden—din—erk üçgeninde bir toplumun kadın üzerindeki baskısını da açığa çıkarır. Telekinezi burada sıradan bir “özel güç” değildir; sistemli alay ve şiddetin geri tepen bedelidir. King’in eserlerinde güç açıklanmak için değil, sorumluluk yüklemek için vardır. Ölü Bölge’de kahramanın geleceği görmesi, onu hukuki değil vicdani bir ikilemin ortasında bırakır. “Görmek” ile “yapmak” arasındaki o ince sınır, King’in anlatılarının en insani tarafıdır.

Külliyatını birbirine bağlayan kapılar, metinlerarası bir mimari yaratır. Kara Kule serisinde Roland’ın yolculuğu yalnızca Western estetiği değil, aynı zamanda çoklu evrenlerin ağırlığıdır. Başka kitaplardan karakterler ansızın belirir; bir romanın yan karakteri, diğerinin başkahramanına dönüşür. Böylece okur, King’in külliyatını tek tek romanlar olarak değil, birbirine eklenmiş dev bir labirent olarak deneyimler. Bu teknik, en parlak anlarında edebî bir süreklilik duygusu yaratır. Ancak kapılar çoğaldığında, yapısal gerilim gevşeyebilir. Yazarın metinlerarası oyunları bazı okurlar için büyüyü artırırken, bazıları için “fazla hesaplı” ve yorucu bulunur. Yine de King’in edebiyata bıraktığı bu “ağ örgüsü” yaklaşımı, popüler edebiyat içinde bile ender görülen bir cürettir.

King çoğu zaman “zengin, kıvrımlı orta bölümler” yazar. Karakterleri katman katman açar, kasabayı ayrıntı ayrıntı inşa eder, okuru gündelik hayatın ritmine sokar. Ancak final geldiğinde aynı yoğunluğu sürdürmek zorlaşır. Tommyknockerlarya da It gibi romanlarda, sayfalar boyunca yükselen gerilim kapanışta ya fazla açıklayıcı bir mantığa bağlanır ya da “kozmik sis”in içinde kaybolur. King’in kendi ifadesiyle bu romanlar “torba gibidir”: içine pek çok şey sığar, nefes alır, genişler. Fakat bazen o genişlik ölçüsünü şaşırır. Bu da okurda, başlangıçtaki vaat ile kapanış arasındaki uyumsuzluk hissini yaratır. Yine de King, o uzun orta bölümlerde kurduğu sahicilikle edebiyatın nabzını tutmayı başarır.

Onun ustalığı yalnızca kozmik dehşet değil, gündeliği tekinsizleştirmesidir. Metinlerinde marka adları, popüler kültür göndermeleri, sıradan diyaloglar, kasaba dedikoduları vardır. Bu gündelik ayrıntılar, bilinmeze açılan kapının paslı anahtarları gibidir. Ateş Yolu bu bakımdan önemli bir eşiktir. Roman, doğaüstüne hiç başvurmadan, kent planlaması ve mülksüzleştirme üzerinden bir trajedi kurar. Burada korku, “öte”den değil, devletin prosedürlerinden gelir. Bürokratik şiddetin soğuk yüzü, doğaüstü canavarlardan çok daha sarsıcıdır.

King okumalarının en tartışmalı alanı cinsiyet meselesidir. Bazı romanlarında kadınlar güçlü, çok katmanlı karakterlerdir (Misery’deki Annie Wilkes ya da Doktor Uykudaki Abra). Ancak bazı eserlerinde kadın karakterler yalnızca olayın hızını taşımak için düzleşir. Beverly’nin travması (It) ya da Wendy’nin edilgenleştirilen varlığı (The Shining), anlatının güçlü damarına gölge düşürür. Bu noktada eleştirel okuma devreye girer: King korkuyu anlatırken bakışını da sorgulamak gerekir. Yazar yalnızca yarayı mı gösteriyor, yoksa bakışın kendisini de mi sorunsallaştırıyor? İşte King’in edebiyatıyla ilgili en canlı tartışmalardan biri buradadır.

Ez cümle: Stephen King’i yalnızca “korku yazarı” diye anmak eksiltici olur. Onun gerçek ustalığı, bilimin soğuk alet kutusunu insan kırılganlığının sıcak odasına taşımaktır. Kapılar yalnızca geçiş değil, bedelin de metaforudur. İçeriden geçmek, bir kimliği, bir ihtimali ya da bir sevgiyi eşiğe bırakmayı gerektirir. Okur King’i eline aldığında istemsizce başka bir King kitabına uzanır. Çünkü labirentin kapıları birbirini çağırır. O çağrıyı güçlü kılan metinlerarası akışkanlıktır; zayıflatan ise kimi zaman fazlaca güvenilen formüller, aceleci kapanışlar ve cinsiyetlendirilmiş şiddetin kolaycı sembolizmi. Ve sonuçta King’in okuruna bıraktığı o büyük soru değişmez:

Geri dönmek mümkün olsa bile, dönülen yer artık aynı yer midir?

Kaynak: HABER MERKEZİ