Hazırlayan: Emel Kadör
“Düşünüyorum da aşk sözcüğünü de biraz eksik buluyorum şu senlen ben arasındaki ilişkiye. Daha büyük, daha sağlam bu bizimki. Aşk onun içinde sadece bir kısım galiba. Ötesinde aşkla birlikte, ama yer yer, zaman zaman onu aşan başka duygular, başka esriklikler, başka baş dönmeleri de var bizde. Seni seviyorum; ve senin için her şeyim. Beni seviyorsun; ve benim için her şeysin. Bir insan için şu kısa hayatta daha büyük ne olabilir ki.”
Mektup; günümüzde neredeyse kullanılmayan, yazanın ruhundan parçaları taşıyan, iki kişi arasındaki en özel anlaşma aracı. Sadece, yazılan kişinin okuyabileceği bir anlatı.
Bir başkasının mektubunu okumak… Hırsızlık gibi bir şey. Kabul edilebilir değil. Ancak konu edebi mektuplar olunca mahcubiyetle birlikte gelişen, yenilemeyen bir merak duygusu sarıyor içimi. Sadece bende değil bu duygu, pek çok yazın dostunda da var. Sevdiğimiz yazarların mektupları hep ilgimi çekiyor.. Beni onlara bağlayan duyguların peşine düşüyorum.
Romanını, hikayesini, şiirini okuduğumuz; okudukça duygu düşünce köprüleri kurduğumuz sessiz dostlarımızın; onları yazarken içinde bulundukları dünyalarına sızmak, neden bu kadar ilgisini çeker okurlarının? Mektupları her okuyuşumda bu soruya yanıt ararım. Kişisel olarak; içime yerleştirdiğim bir dostumla, yeniden özlem gidermek gibi, onun bilmediğim halini kendi sesinden dinlemek gibi bir duygu bendeki. Edebiyat araştırmacıları için ise bambaşka değere sahip mektuplar. Çünkü bir yazar ne yazarsa yazsın kendindekini yazar, çünkü yapıt yazarının yaşamından bağımsız değildir. Yapıt; yazanın öznel koşulları içinde, onun varlığından doğar.
Cemal Süreya’nın; karısı Zuhal Tekkanat’a yazdığı “On Üç Günün Mektupları” sevdiği kadına hastalığı sırasında güç vermeye çalışan bir yüreğin çırpınışlarından doğmuş bir eser.
“Evin ev olduğunu, evin şu bir günlük sessizliğinde anladım. Memo da anladı. Anladık ki dünyada en büyük acı sensizlik. N’olur sensiz koma bizi…
Yarın gene yazarım.
Seviyorum seni, biline.”
Temmuz 1972’de evliliklerinin üçüncü yılında hastalanır Zuhal Tekkanat. Felç kalma riski olan ağır bir ameliyat geçirecektir. O sırada Cemal Süreya Ankara’da Maliye Tetkik Kurulu’nda görevli, Zuhal Hanım da İstanbul’da Sosyal Sigortalar Kurumu’nda muhasebe bölümünde çalışmaktadır. Oğulları Memo Emrah’a anneanne bakmaktadır. Zuhal Hanım’ın hastanede kaldığı on üç gün boyunca, sevdiğine mektuplar yazar Süreya. Ziyaret saatlerinde verir. El yazısıyla, hiç ara vermeden yazılan mektuplar; gündelik yaşamın sıkıntıları içinde yaşam savaşı veren, bir yandan da aşkı ve şiiri tüm benliğinde duyumsayan bir sevgilinin, bir babanın, bir devlet memurunun can yoldaşına iç döküşleridir.
“Aşk büyüdü aşk! Sen hastanedeyken her gün yazacağım sana. Seni nice sevdiğimi anlatacağım. Yüzüğünden öperim…"
Zuhal hastanede yatmakta, Süreya ise hastanenin çevresinden ayrılamamaktadır. Bulduğu her yerde kalemi elindedir. Düşlerinden, şlirden, oğlundan, hatıralarından, içtiği kahveden, bindiği vapurdan, gördüğü her şeyden bir anlam çıkararak Zuhal’ini hayat bağlamak için sürekli yazar.
Elif Zeyno, Cemal Süreya’nın olmasını çok istediği ve hayalini kurduğu kız çocuğudur.
Zuhal Tekkanat da şiirler yazan ve onları Elif Sorgun adıyla yayımlayan bir edebiyatçıdır. Cemal Süreya bir kız çocukları olmasını ve adının Elif Sorgun olmasını çok istemektedir. Bu hayalini her fırsatta yansıtır mektuplarına:
“Elif diye bir kızımız olsun. Romantik bir sinema dönüşü olsun o da. Ya da bir bale dönüşü.
Elif. Sen ne güzel bir Elif doğurursun. Başına kurdeleler bağlarsın.“
İkinci Yeni’nin öncü şairlerinden asıl adı Cemalettin Seber olan Cemal Süreya’ın Erzincan’da başlar yaşamı. Dersim’den Bilecik’e sürgün yılları, annesinin ölümü, babasının yeniden evlenmesi, evden uzaklaşma isteği, yatılı okullarla süren zorlu bir yolculuktur hayatı.…Haydarpaşa Lisesi’nde şiir denemeleri yapar. Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okurken şiirleri yayımlanır. Okul bitince devlet memurluğu başlar (1954). Maliye müfettişi olarak çeşitli yerlerde çalışır. 1961’de Paris’e gönderilir. Orada Fransızcasını geliştirir. 1965’te arkadaşları Sezai Karakoç ve Doğan Yel ile dergi çıkarmak üzere istifa eder. 12 Mart’tan sonra 1975 yılında tekrar göreve çağrılır, 1982’de emekli olur.
Kitapta, Cemal Süreya’nın yaşamından izleri sürüyoruz. Kimi yerde dizeler kimi yerde tümcelerle süren mektuplarda, Süreya’nın dili su gibi akıyor. Eser, bütünsel olarak bakıldığında bir uzun mektup gibi.
İkinci bölümüne 1967-1978 arasında yazılmış mektuplar eklenmiş. Cemal Süreya’nın, şiirle birlikte en büyük tutkusu dergiciliğidir. Aralarla 20 yıla yakın çıkardığı Papirüs dergisini kapsayan pek çok ayrıntı yer alıyor bu bölümde. Yanısıra; Süreya’nın edebiyatçı dostlarıyla, günün akan sorunlarıyla, kültürel tartışmalarla ilgili pek çok konu da yer alıyor bu bölümde
Cemal Süreya’nın 41 yaşında Zuhal’ine yazdığı dizeleri tutkunun kelime hali adeta.
“Ben seni düşünüyorum seni
Hani tıpkı eski günlerdeki gibi
Kalbim diyorum kalbim
Daha dün tezgahtan çıkmış bir su sayacı gibi
Aşkı anılar besliyor düşler kadar
Bu yüzden diyorum ki aşk eskidikçe aşktır
Sevgi eskidikçe sevgi.”
On Üç Günün Mektupları’nı okudukça bir dostu dinlercesine, şaire biraz daha yaklaşıyorsunuz,
Kitap; Sevda Sözleri’nin, Üvercinka’nın Göçebe’nin şairi Cemal Süreya’nın eserleri içinde ayrı bir yere sahip.
On Üç Günün Mektupları / Cemal Süreya
Maskenin ardındaki hakikat
Hazırlayan: Erinç Büyükaşık
Bir liderin yüzü, yalnızca etten kemikten ibaret değildir; o, yüzyılların suskunluklarını taşıyan, bastırılmış çığlıkların tortusudur. O yüz; korkuyla yoğrulmuş kolektif bilinçaltının yansıması, itaatin bedene kazınmış imgesidir. Bu yüz, yalnızca bir sima değil; bir çağın kendine tuttuğu aynadır. Michel Foucault’nun uyarısıyla, iktidar yalnızca baskı kurmaz; aynı zamanda algının mimarıdır, neyi göreceğimizi, neyi unutacağımızı, neyi sorgulamayacağımızı tasarlar. Liderin yüzü, bu mimarinin hem duvarı hem penceresidir.
Yüz, bakışın iktidarıdır. Toplumun dikkatini nereye odaklayacağını belirleyen, görünür olanla görünmez kılınan arasındaki sınırı çizen bir egemenlik formudur. Lider yalnızca bakmaz; baktırır. Bu bakış, medya aracılığıyla yeniden üretilir, propaganda teknikleriyle cilalanır, kültürel üretimle meşrulaştırılır. Her görsel, her imaj, bu yüzün kutsallığını perçinler. Toplumsal hafıza, artık sadece arşivlerde değil, algoritmaların sunduğu görsel akışta yeniden ve yeniden inşa edilir.
Panoptikon artık tek bir kule değil, milyonlarca ekrandır. O yüz, sadece yukarıdan bakmaz—bizleri birbirimize baktırır. Sosyal medya, o yüzü her defasında daha parlak, daha steril bir biçimde karşımıza çıkararak; onunla kurduğumuz ilişkiyi duygusal bir bağımlılığa dönüştürür. Her ekranda yeniden doğan o yüz, yalnızca bizi izlemekle kalmaz; neye benzeyeceğimizi, neye inanacağımızı ve neyi unutacağımızı da belirler. Kendimizi o yüzün beğenisine göre şekillendirir, öfkesinden korunmak için susarız. Bu suskunluk, bir rıza değil, içselleştirilmiş bir esarettir.
Ve bir gün… yüz değişir. Zaman sureti siler ama bakış kalır; o bakış artık sadece gözde değil, veri tabanlarında, yüz tanıma algoritmalarında, profil fotoğraflarında yaşar. Sözler, yeni ses tonlarıyla dile getirilse de aynı korkunun yankısını taşır. Suret kabuk değiştirir ama öz, sızmaya devam eder: dilin buyurganlığı, bakışların tehdidi, estetiğin otoriter koreografisi. Antonio Gramsci’nin deyişiyle, iktidar yalnızca zorla değil, rıza yoluyla hükmeder. Bu rıza, yüzün estetik olarak parlatıldığı her karede yeniden kurulur.
Liderin sahte tebessümü, kurgulanmış bir otoritenin günlük maskesidir. “Deepfake” teknolojileri bu illüzyonu niteliksel bir sıçramaya taşır. Gerçek ve sahte arasındaki sınır, görsel bir montajla buharlaşır. Gerçeklik bir efekt hâline gelir; hakikat ise bir ‘görüntü filtresi’ kadar geçici.
Ama asıl tehlike burada başlar: unutuşun örgütlenmesi. Hannah Arendt’in uyarısıyla, totaliter rejimlerin en büyük başarısı, toplumsal hafızayı silmeleri değil, onun yerini sahte bir hafızayla doldurmalarıdır. Eski yüz kaybolur. Tanıklık, karanlığa gömülür. Geçmişin lekeleri, parlak bir gelecek masalının içine gömülerek unutturulur. Artık önemli olan ne söylendiği değil; kimin, hangi ışık altında, hangi filtreyle göründüğüdür.
Erich Fromm’un tespit ettiği gibi, insan çoğu zaman özgürlükle gelen belirsizlikten korkar ve tanıdık bir otoritenin kucağına sığınır. Yüz tanıdık kaldığı sürece, rejim devam eder; çünkü suret değişse de bağlılık sürer. Rejimler rızayı yalnızca ikna yoluyla değil, korkunun kodlarını içselleştirerek kurar.
Frantz Fanon, sömürgeciliğin en derin etkisinin zihinsel olduğunu söyler. Bugün o zihin sömürgesi, liderin yüzü üzerinden işler. O yüz, yalnızca bir kişinin değil; halkın kendi değerini ölçtüğü bir aynadır. O yüzden sorulması gereken soru, o yüzün kim olduğu değil, bizim o yüze bakarken kim olduğumuzdur.
Ve şimdi, sahnede yeni bir aktör belirir: gençler. Onlar geçmişin yüzlerini değil, yalnızca bugünün parıltılı suretini tanırlar. Ancak onların öfkesi, bir kişiye değil, o kişinin taşıdığı hissiyata yönelir: bastırılmış yılların yüküne, tükenmiş umutlara, bitmek bilmeyen korkunun zincirlerine. Onların direnişi, mizahın diliyle, sanatın özgürleştirici kuvvetiyle, görsel hegemonyayı tersyüz eden yaratıcı anlatılarla vücut bulur.
Çünkü rejimler nadiren büyük patlamalarla yıkılır. İçten içe çürürler. İlk çatlak, liderin yüzünde belirir: gülümseme donuklaşır, bakış boşluğa yönelir. Sözler yankılanır ama kimse artık duymak istemez. Yüz hâlâ oradadır; ama anlam çoktan çekip gitmiştir. Rejimin kırılganlığı, bazen yalnızca anlamsız bir gaf, yüzde beliren bir tereddüt kadar yakındır.
Yüz bir illüzyondur, sürekli değişir. Ama bizi esas ilgilendirmesi gereken şey şudur:
Bu yüz neyin üzerini örtüyor?
Hangi suçları görünmez kılıyor?
Hangi geleceği karartıyor?
Direniş, bu maskeyi indirip görünenin ötesindeki yapıyı açığa çıkarmakla başlar. Çünkü en çok değişen yüzün ardında, çoğu zaman en az değişen hakikat gizlidir. Ve belki de en karanlık yüzleşme, o yüzle değil; aynaya her baktığımızda içimizde yankılanan suskunlukla başlar. Çünkü bazen maskeyi biz tutarız, düşerse ne kalacağını bilemediğimizden.
Ama unutmamak gerekir: her karanlık illüzyon, bir sabahla son bulur.
Ve o sabah, sadece ışıkla değil; gözümüzü karanlıktan çekip, hakikate sabitlerken hissettiğimiz o iç ürpertiyle doğar.
Direnişin kıvılcımıysa gözümüzü o yüze değil, onun arkasındaki karanlığa çevirdiğimiz anda doğar.
Okuma odası
Hazırlayan: Vacit Kelebek
Kitap; sadece mürekkeple kâğıdın dostluğu değil, soyumuza bırakılacak değer biçilemeyen mirastır o. İlk akla gelen bilgi deposudur. Elbette bu yeterli değil. Kitaba bir dünya desek, küçültmüş oluruz. O bir evren. Neler barındırmaz ki içinde. Keşfetmek için nice ömürler yetmez. Sığınacak bir liman, yalnızlığa iyi gelen dost arkadaş. Gerçek amacı, karanlığa bir ışık, bilginin ambarı bilim O. Hayal gücümüzün anası yaratıcı. Duygularımızın gökkuşağı, ilham perisidir. Ülkeler, yaşamlar arasında köprü, canlılık, sonsuzluktur O. Kitaplar var olduğu sürece ağaçlar hep tomurcuk, çiçekler meyvede olacak.
Karayı görseydim
Otuz dört yaşında bir kadın Pasifik Okyanusu’na bir dalış yaptı. Catalina Adası’nın yirmi bir mil batısında kalan Kaliforniya’ya doğru yüzmeye başladı. Eğer başarılı olursa bunu yapan ilk kadın olacaktı. Adı Florence Chadwick. Manş Denizi’ni her iki yönde geçen ilk kadındı. O sabah su, vücudu uyuşturacak kadar soğuktu. Sis o kadar yoğundu ki; beraberindeki tekneleri güçlükle görebiliyordu. Köpek balıklarının ve dondurucu soğuğun etkisini hiçe sayarak on beş saat yüzdü. Çıkmak istediğini bildirdi. Yakındaki teknede bulunan annesi ve antrenörü hedefe çok yaklaştığını ve devam etmesini söyledilerse de O, kendisini sudan çıkarmalarını istedi. Azimli yüzücü, Kaliforniya kıyısına yarım mil kala sudan çıkışının nedenini şöyle açıkladı: “Karayı görseydim başarabilirdim.”
Kıyısındayım
"Kıyısındayım sanatın, aydınlık bir dünya hepimize
Hümanizme giden yolun raylarını çizmek şiirlere
Çekincem, kibrin hakimiyeti yerleşmekte damarlara
Değil realizme ışık aydınlatmaz kendini bile.
Kıyısındayım aşkın, seni arar naçar gözlerim
Beklemekten mecali kalmadı eskiyen yılların.
Bu kadar yaklaşmışken mahpus ellere
Tutunup kalayım mı bilemedim, buğulu gözlere"