Turan HORZUM- Kurmaca metinlerde giriş cümleleri her zaman çok dikkatimi çekmiştir. Hatta ilk birkaç cümleyi okuduktan sonra durur beklerim. Sindiririm cümleleri. Ve metnin genel kurgusu ile ilgili hayaller kurarım.
Norveç edebiyatının ünlü yazarı Dag Solstad’ın ‘Mahcubiyet ve Haysiyet’ adlı romanını okumaya başladığımda da bunları yaptım. Daha bu ilk cümlelerde modern romanın artık ‘gizem’ ögesini başat konuma aldıkları görülüyor.
Roman karakteri Elias Rulka, Norveç Dili ve Edebiyatı dersinde Henrik Ibsen’in “Yaban Ördeği” kitabının okullar için yapılmış baskısını okutmaktadır. Yirmi beş yıl boyunca son sınıf öğrencileri ile aynı kitabı incelemektedir. Yirmi beş yıldır aynı kitabı okumasına ve okutmasına karşın o gün farkına varamadığı bir iz yakalar: Romanın kahramanı Relling ilk defa bir dramın içine sürüklenmiş, “Yaban Ördeği” romanı için de “Mahcubiyet ve Haysiyet” romanı için de bel kemiği olacak bir cümle kurmuştur: “Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz.”
Roman boyunca bilhassa geri dönüşlerle anlatılmak istenen de budur; Elias Rulka kendisini idealleri uğruna yetiştirmiştir ancak idealleri toplum ve yaşadığı çağ tarafından elinden alındığında önce mutluluğunu ardından da mesleğini yitirecektir.
Romanı iki bölüm halinde incelemek gerekir. Birinci bölümün ilk otuz beş sayfasında şimdiki zamandan söz edilir. Elias Rulka kendini son kullanma tarihi geçmiş bir öğretmen gibi hissetmektedir. Öğrencilerinin günün birinde ayaklanıp kendilerine saygı duyulmasını beklemelerinden korkar çünkü kendisinin, sistemin haksız olduğunu bilir. Verdiği tekdüze eğitim elbette yetersizdir. Bu durumla yüzleşmek, öğrencilerin ayaklanma ihtimallerinin verdiği korku onu yıpratır. Ne dersine karşı öğrencilerin umursamaz oluşu ne görmezden gelinişi onu öfkelendirebilir; bunların olmasına kendisi sebebiyet verdiği için hiçbir şey yapmaya ya da söylemeye hakkı olmadığını bilir.
Romanın kırılma anı Rulka’nın ders bitiminde eve gidişiyle başlar. Yağmur çiselediği için yanına aldığı şemsiyeyi açmaya karar verir fakat ne kadar çabalarsa çabalasın bir türlü açamaz. Bahçenin ortasında şemsiyesini açmak için çabalarken öğrenciler de onu izlemektedir. O sırada Elias Rulka olan gücüyle şemsiyeyi taşa vurmaya başlar, öyle ki bu durum onu mutlu etmiştir. Etrafını saran öğrenci topluluğu onu rahatsız eder, çok öfkelenir ve öğrencilere hakaretler yağdırır: “A****k! don yağı suratlı!” Elias Rulka, kırılmış şemsiyesi ile okuldan çıktığında kendisini özgür hisseder. Kahraman Norveç sokaklarında ilerlerken metnin ilk zamanı son bulur.
Romanın ikinci bölümü 1960 yıllarına kadar gider. Rulka’nın üniversite hayatı ve çevresi anlatılır. Aslında anlatılan biraz Norveç eğitim sistemi, sorunların düzenden kaynaklandığı, yetersizliklerimizin arkasında bizim dışımızda hep bir gizil güç olduğu ile ilgilidir. Edebiyat öğretmeni olarak atanıncaya kadar geçen süreç sancılıdır, özellikle yakın arkadaşı, okulun popüler öğrencisi J. Corneliussen’in büyük etkisi altında geçer.
1989 yılına gelindiğinde kendi halinde bir edebiyat öğretmenidir ve hayatın hiçbir alanında ön plana çıkmamıştır. Buradan itibaren tekdüze bir hayat söz konusudur. Rulka zaman içinde kendisine yabancılaşır, yaşadığı çağa ve bulunduğu topluma ayak uydurmakta zorlanır. Toplumun işleyişinin dışında kalmışlık duygusu giderek baskın hâle gelir. Okuduğu haberlere kayıtsızlaşır hatta onları “iğrenç derecede aptalca” bulur. Hiç bitmeyecek bir kişisel mağlubiyet süreci onun için başlamıştır. Alkol bağımlılığı da bu süreçte ortaya çıkar.
İsveçli bir şovmenin ölümünün kocaman sayfalarla verilip Norveçli bir yazarın ölüm haberi hakkında bu kadar az bilgiye yer verilmesi onu rahatsız eder ve sorgulamalara iter. Burada Johan’ın savunduğu televizyon, gazete, ticari sanat vb.nin insanı büyülü bir dünyaya davet ettiği görüşüne yoğun bir eleştiri vardır. Bu büyülü dünya bir göz yanılsamasından ibarettir. İnsanların gözleri moderniteden kamaşmıştır.
Bir sanatsal metni büyük kılan sadece dili ve yazarın yarattığı üslup değildir. Bunlar zaten olması gerekendir. Bunların yanında evrensel olanı yakalayabilmesidir. Dag Solstad seçtiği konu ve bireyin iç sorgulamaları ile bizim yaşadığımız çıkmazları, yalnızlaşmayı, teslim olmayı, ritüellerin dışına çıkmamayı öyle anlatmış ki anlatılanlarda kendi toplumumuzu, bireyi, eğitim sistemimizi görüp yaşamaktayız.
Kitabın arka sayfasındaki tanıtım yazısı sonuç cümlesi için etkileyici: “Mahcubiyet ve Haysiyet, yükte hafif pahada ağır, dili ve atmosferiyle akılda yer eden, okuyanların tekrar tekrar dönmek isteyeceği o özel romanlardan.”
Dag SOLSTAD
Mahcubiyet ve Haysiyet
YKY 106 sayfa
HİKAYELERİN BÜYÜSÜ
İyilik Karşısında
Hatırlıyor musun şimdi en yakın arkadaşın olan o kişi için o zamanlar, “İçinde kendisinin de baş edemediği büyük bir kötülük var” demiştin.
İkinizi de görmüyorum nicedir. Ne yaparsanız yapın, hangi yalanla karalamaya çalışırsanız çalışın, benim yara almaz iyiliğim her zaman daha güçlü. Bu da sizi içeriden yıkıyor.
Biliyorsunuz: Yapacak bir şey yok, katlanacaksınız. Dünyada en zor şeylerden biri iyilikle baş etmektir. Yazık! Birbirinizin kötücül ve çıkışsız karanlığına, kendinize düşman bellediklerinizin kayıtsızlığına, umarsamazlığına kaldınız.
Murathan MUNGAN
KİBRİT ÇÖPLERİ
YAZARIN BÜYÜSÜ
Bir kitap yazdığınızda eğer o bir deniz ise, herkesin kabı ne kadarsa, o kitaptan payına o kadarını alacak. Bu sadece aptallık, akılla ilgili bir şey değil. Kimi zaman çok gençtir, deneyimsizdir, hayatın bazı yollarından geçmesi gerekiyordur, o zaman anlar. Kimi ne yaparsa yapsın, idrakı o kadardır. Penceresi o kadardır. Yazar olarak bunu kabul ederek yola çıkmak var. Herkese dokunamazsınız, kalbine temas edemezsiniz. Daha sonra kazandığınız okurlar vardır. Tamamen kaybettiğiniz okurlar vardır. Bazı kişiler var “Ya ben gençken sizin şiirlerinizi çok okurdum” diyor. Aslında altyazı geçiyor: “Şimdi beş para etmezsin”e getiriyor. Aslında öyle değil; evlenmiş, çoluğa çocuğa karışmış, hayatta ümitlerini kaybetmiş. Kendi hayatından çıkmış şiir; yoksa benle ilgili değil. Transfer ediyor, kaybettiği şeye değil, bana kızıyor. “Peki kimi okuyorsun” dediğin zaman bir cevap gelmiyor.
Murathan MUNGAN
UYKUDAN ÖNCE
Bu hafta tanıtacağımız kitabımız Rocio BONİLL’nın ‘Dünyanın En Yüksek Kitap Dağı’ adlı kitabı.
Sizce bir insan, kanatları olmadığı hâlde uçabilir mi? Peki gerçekleşmesi mümkün değilmiş gibi görünen bir hayali gerçekleştirmenin farklı yolları olabilir mi? İspanyol yazar ve çizer Rocio Bonilla, Dünyanın En Yüksek Kitap Dağı adlı eserinde en büyük hayali uçmak olan küçük Lukas'ın hikâyesini anlatıyor. Hayallerin gerçekleşmesi için farklı yolların bulunabileceğini gösteren Lukas'ın hikâyesi, çocukları kitapların büyülü dünyasıyla tanıştırıyor.
Rocio BONİLL
Dünyanın En Yüksek Kitap Dağı
Günışığı Kitaplığı
Söze Düşen
Post-truth çağında “sivil direnişin” karşı kültürü
Erinç Büyükaşık- Kültürel çalışmaların bir diğer teorik art yöresini, Gramsci’nin hegemonya teorisi oluşturmaktadır. Kültür, ideolojik söylemlerin bir çatışma alanı olarak kavramsallaştırılır. Başat söylem, bu mücadele içinde gücünü, ‘rıza’, ‘oydaşma’, ‘sağduyu’, ‘kamuoyu’ gibi şiddete dayanmayan baskı biçimlerinden alırken bir açıdan bu hegemonya, tek bir yönetici sınıfın tahakküm süreci olmaktan ziyade, sürekli kazanılması gereken, alternatif radikal söylemlerle mücadeleyi gerektiren ve belirli bir tarihsel döneme özerk bir süreçtir. Medya, din kurumu, ordu, aile ve diğer kültürel kurumlar bu mücadelenin verildiği alanlardır. Ancak bu eşit bir mücadele değil, toplumdaki maddi kaynaklara sahip olanların avantajlı oldukları asimetrik bir ilişkiler bütünü olarak var sayılır. “Kültür hem pratik hem de deneyimdir” diyen Gramscci, kültürel çalışmaların nesnesini sadece, metinler, filmler, romanlar, müzik gibi kültürel ürünler olarak değil, söz konusu ürünlerin üretim, tüketim, dağıtım süreçlerini belirleyen pratikler olarak irdeler. Bu bağlamda ideoloji, bir yanlış bilinçlenme ya da yalnızca, belli bir grubun değerler normlar ve çıkarlarını topluma kabul ettirme süreci olarak kavranamayacağı gibi “karşı kültür”ü de bu perspektiften okumak mümkündür.
Kendi coğrafyamızın “”sivil direniş” öyküleri sayılabilecek “Gezi Olayları” ve aynı yıllarda (2013) Brezilya’nın St. Paulo ve Rio de Janeiro gibi kentlerinde “kent hakkı” açısından kayda değer eylemleri de tam bu açıdan hegemonyaya karşı “örgütlü” sivil toplumun “karşı kültür üretimi olarak değerlendirmek gerekmektedir.
Yönetmenliğini Mert Kaya’nın yaptığı 'Aşk Bitti' belgeseli ve Michael Önder'in yönettiği Taksim Hold’en filmi farklı açılardan sivil direnişin “tartışıldığı” sanatsal üretimler olarak karşımıza çıkıyor. “Aşk Bitti” belgeseli, 2013 Haziran’ında Brezilya’da gerçekleşen eylemleri Gezi eylemleriyle bir arada düşünmeye davet ederken Brezilya’nın çeşitli kentlerinde toplu taşıma ücretlerine yapılan zamların ardından Haziran 2013’te patlak veren protestolara, aynı dönemde Türkiye’de yaşanan Gezi eylemlerinin gözünden bakıyor.
“Aşk Bitti! Burası artık Türkiye olacak!” sloganının peşinden giden belgesel, izleyicileri São Paulo sokaklarına, meydanlarına, işgal evlerine; kısacası direnişin belleğinde yer etmiş mekânlara götürüyor ve farklı yaş, toplumsal cinsiyet grupları ve geçmişlerden gelen eylemcilerle tanıştırıyor. Michael Önder’in filminde ise bu sefer protestolardan uzak duran “Odun”un penceresinden yola çıkılırken sokaklar, sloganlar; kent hakkı üzerine tartışmalar; eylemcilerin yaşadığı polis şiddeti karşımıza çıkıyor. Filmin öyküsüne de bakacak olursak şunları ifade etmek mümkün: Alper'in nişanlısı cumartesi akşamı evlerinin yakınındaki protestoya katılmak ister ve bunun için Alper'e baskı yapar. Fakat Alper protestoya katılmayı istemez; her hafta yaptıkları gibi evde oturup poker oynamayı planlar. Oyun ekibi yavaş yavaş evde toplanmaya başlar. Eve gelenler de o gece oyun oynamak yerine protestoya katılmak ister. Alper, zar zor arkadaşlarını oyun oynamaya ikna ettiği sırada dışarıda arbede başlar. Evdekiler Alper’in karşı çıkışlarına rağmen dışarıdaki insanların sığınması için evin kapılarını açar. Olaylara karışmak istemediği için bencillikle suçlanan Alper ve diğerleri arasında şiddetli bir tartışma başlar.
İklim krizinin sıcağı sıcağına tartışıldığı bugün gezegenin, kentlerin “yaşam hakkı”, “kent hukuku”, “su hakkı”, “obez şehirler” başlıklarıyla ayrı bir yüzleşme içinde olduğu bir gerçek. Trump zaferi, Brexit ve iklim değişikliğine dair bilimsel çalışmaların reddi üzerinden şekillense de genel niteliği gerçeklerin değil duyguların temsiline ve davetine dayanmakta; sosyal medyadaki meta verilerin manipülasyon ve kutuplaşma için kullanıldığı, güvenin buharlaşıp komplo teorilerinin arttığı, medya otoritesinin ve elbette “mikro” iktidar hegemonyanın gölgesinde nefes alamadığımız bugünün toplumsal ikliminde Brezilya’nın bavelalarında (Rio’daki 1000 gecekondu mahallesinden söz ediyoruz) arkasındaki geniş orman alanındaki suyun zehirli Rio körfezi, lagünlerin ölümüne yol açma riski taşırken “kent hakkı”, “kent hukuku”, “sürdürülebilir kentler” tartışmaları yaşamsallığını tam da sözünü ettiğimiz “sivil direniş” hakkıyla birlikte daha önemli hâle getiriyor. “Aşk Bitti” belgeseli ve “Taksim Hold’en” filmi tam da siyasetin “partisiz” ama “örgütlü” yürütüldüğü 2013 yılına ve sokakların “politikleştiği” bir “karşı kültüre” ve farklı coğrafyaların “çapulcu”larının isyanına bizi götürüyor.