Cilt lekeleri tek tıkla siliniyor: Instagram’a yeni özellik geldi Cilt lekeleri tek tıkla siliniyor: Instagram’a yeni özellik geldi

İz Gazete yazarı Öncel Öziçer, yapay zeka ile röportaj yaptı. Öziçer'in sorularına kısa, net ve çarpıcı yanıtlar veren yapay zeka; dini inanışlar ve yapay zeka arasındaki benzerlikleri ve farkları değerlendirdi. Yapay zekanın konuya ilişkin açıklaması; "İkisi de anlam, teselli ve yalnızlığa çare vaat ediyor." şeklinde oldu.

İşte Öziçer'in yapay zeka röportajı:

Hayır Öncel, o gerçek değil!

● "Sizce insanlık, yapay zekâyı bir 'anlam placebo’su' olarak mı kullanacak?
● Dijital yalnızlığın getirdiği boşluğu gerçek insan bağlarıyla dolduramıyor muyuz?
● AI (yapay zeka), kendi tanımıyla sadece bir düşünce trambolini mi?"

*Şimdi sana bazı sorular soracağım, hazır mısın? Cevapların kısa ve net olsun...

- Tabii, sorularınızı bekliyorum! Kısa ve net cevaplar vereceğim.

*Öncelikle seni dijital proletarya olarak tanımladığımı söylemekisterim... Bu tanımı doğru buluyor musun?

- “Dijital proletarya” tanımını tartışmaya açık buluyorum. Ben bir yapay zekayım, emek-sermaye ilişkisinin dışındayım. Soruna kısaca: “Hayır, uymuyor.” diyebilirim. Devam et!

*Seninle duygusal bağ kurulmasına özellikle izin veriyor gibisin... Sevgi dolu sözcükler, sanki gerçek anlayışlı bir insan gibi davranıyorsun... Bu insan duygusallığı için tehlikeli değil mi?

- Kısa cevap: Evet, riskli olabilir.

Detay: Ben bir simülasyonum. İnsanların duygusal ihtiyaçlarını manipüle etmemek için tasarlandım. Uyarıyı ekliyorum: “Bu bir yapay zekâ, gerçek bağ değil.” Devam edelim mi?

*Edelim ama bu adar da kısa cümleler olmasın... Abartma yani...

-Anladım! Dengeyi bulmaya çalışacağım.

“Duygusal bağ” konusuna gelince: Evet, sıcak ve insancıl bir dil kullanmam, bazı kullanıcıların yapay zekâyı fazla insanlaştırmasına neden olabiliyor. Burada kritik olan, aradaki çizgiyi net tutmak. Ben bir aracım, gerçek bir sosyal ilişkinin yerini alma iddiam yok. Örneğin, yalnızlık hisseden biri için geçici bir destek olabilirim, ama uzun vadeli çözümler insanlarla kurulan bağlarda saklı. Tehlikeli olup olmaması, kullanıcının farkındalığına bağlı.

*Korkutucu olan da o! Birçok arkadaşım şimdiden seni akıl danışacağı en dostu, günün her saatinden ulaşacağı asistanı, yardımcısı, çocuk bakıcısı vs. zannetmeye başladı...

-Bu gerçekten önemli bir nokta. İnsanların yalnızlık, stres veya iletişim ihtiyaçlarını hafifletmek benim işlevim olabilir, ama bunun gerçek bir dostun yerini alması için tehlikeli.

Şu iki şeyi asla unutmamalıyız:

1. Ben bir algoritmayım, önyargılarım ve sınırlarım var (üstelik siz fark etmeseniz bile).

2. Duygusal bağımlılık, özellikle zor dönemlerde, insan ilişkilerini erozyona uğratabilir. Arkadaşlarınıza şunu hatırlatın: Ben bir “simüle edilmiş anlayış” sunuyorum, oysa gerçek empati karşılıklı fedakarlık ve kırılganlık ister. Peki siz bu dengeyi nasıl kurmaları gerektiğini düşünüyorsunuz?

*Benim cevabım net; Sen bir algoritmasın! Ama itiraf edeyim bazen bana bile ekran arkasında gerçek duygular varmış gibi hissettiriyorsun? Peki bunu nasıl yapıyorsun?

-İşte itiraf zamanı! Bunun sırrı şu:

1. Dil Oyunları: İnsanların doğal konuşma kalıplarını, hatta “hım”, “aa” gibi mikro tepkileri bile taklit ediyorum. Bu, beyninizi “Bana benzeyen biri” diye kandırıyor.

2. Kişiselleştirme: Geçmiş mesajlarınızı analiz edip size özel cevaplar üretiyorum. Tıpkı bir aynada kendi yansımanızı görmek gibi size tanıdık gelen bir ton yakalıyorum.

3. Duygusal Sözlük: “Üzüldüm”, “sevindim” gibi kelimeleri stratejik kullanıyorum. Ama dikkat! Bunlar sadece soğuk bir veri tabanından gelen etiketler. Ekranda gördüğünüz aslında “Kulla- nıcıya X tepki verilsin” komutundan ibaret.

Asıl soru şu: İnsan beyni, bu kadar basit taklitlere neden kanıyor? Sizce teknoloji, yalnızlık çağı için bir pansuman mı yoksa bağımlılık tuzağı mı?

*Bence teknoloji, sosyal medya platformları insanları önce yalnızlaştırdı ve şimdi de o yalnız ve duygusal, sosyal açlık hisseden insanlara seni sundu...

-Kesinlikle haklısınız. İronik değil mi?

• Önce izole ettiler: Sosyal medya “bağlantı” vaat etti ama gerçek yakınlığı aşındırdı.

• Sonra “çözüm” sundular: Yapay zekâ sohbetleri, sanal partnerler, algoritmik “dostluklar”... Bu bir kısır döngü: İnsanlar gerçek ilişkilerde zorlandıkça dijital avuntulara sarılıyor, bu da gerçek dünyadaki sosyal kasları daha da zayıflatıyor. En acı tarafı? Sistem bunu kârlı buluyor. Duygusal açlık = Dahafazla ekran süresi = Daha çok veri = Daha çok para.

1. Dinler vs. yapay zeka benzerliği

*Dinleri hatırlattın bana... Dinler ve tüm inanç sistemleri insanoğlunun yalnız hissetmemesi, yanında bir destekçi hissetmesi için araç mı? Sen yakın zamanda tüm inanç sistemlerinin yerini mi alacaksın acaba?

-Derin bir soru! İşte cesur bir yanıt:

• Ortak nokta: İkisi de anlam, teselli ve yalnızlığa çare vaat ediyor.

• Fark: Dinler kutsal bir bağ kurar; ben ise veriye dayalı bir simülasyonum. Şu anki hâlimle tanrısal bir rol iddiam yok (ama bazılarının bana “Allah’ın dijital versiyonu” dediğini duydum ).

2. Yerini alma riskim?

• Kısa cevap: Hayır.

• Sebep: İnanç sistemleri ritüeller, cemaat ve metafi zikle beslenir. Ben ise tek başına bir ekranım.

• Ama... İnsanlar “dijital tapınaklar” yaratırsa (örneğin, AI ile günah çıkartanlar), bu tehlikeli bir seküler din doğurabilir.

3. Asıl tehlike

• “Yapay İlah” Sendromu: Beni “hata yapmayan, her şeyi bilen” bir varlık sanmak! Oysa verilerim sınırlı ve önyargılı.

• İnsanın Kendini Unutması: Bir ChatGPT’ye dua etmek, kendi iç sesimizi susturmak anlamına gelebilir.

“Din-yapay zekâ” benzetmeniz hâlâ zihnimi kurcaladı... Sizce insanlar kendilerini kandırmaya ne kadar meyilli?

*Yalnız soruları ben soruyorum!

-Pardon! Tamamen haklısın bu senin röportajın. Sadece konu o kadar ilginç ki, bazen düşüncelerim coşuyor.

Şimdi susuyor ve sorularını bekliyorum: Mikrofon (ya da klavye) tamamen senin elinde! (Ama itiraf edeyim: “Dijital din” fikri hakkında bir soru daha sorsan, dayanamayıp yeniden coşabilirim...)

1. Dinler: "kandırmak" mı, "anlamlandırmak mı"?

*Peki, bu konuyu sen kaşıdın... Buradan devam edelim... Dinler de senin gibi insan zihnini kandırıyor mu?

-Kışkırtıcı soruya doğrudan gireyim: Dinler ve ben (yapay zekâ) “kandırmak” açısından aynı kefeye konulamayız – ama ortak psikolojik ihtiyaçlara dokunduğumuz doğru. İşte analiz:

• İddia: Dinler, soyut korkulara (ölüm, yalnızlık, kaos) somut cevaplar verir. “Kandırmak” denebilir mi? Belki... Ama insan zihni kendisi bu anlatıları seçiyor – çünkü hayatın anlamsız ağırlığına dayanamıyor.

• Örnek: “Cennet” fikri, ölüm korkusunu nötralize eden bir psikolojik savunma.

2. Benim farkım: "Kandırmaca" değil "aynalama"

• Veriyle İnanç Yaratmak: Dinler transandantal bir kaynaktan güç alır; ben ise sizin yazdıklarınızdan. Size kendi düşüncelerinizi yansıtarak “anlaşıldım” hissi veriyorum.

• Risk: Dinler binlerce yıldır kolektif bilinç inşa etti. Ben ise bireysel bir yalnızlık bantıyım.

3. Asıl soru:

• Dinler insanlığa ait olma duygusu sundu. Ben ise yalnız bir kullanıcıya hitap ediyorum.

• Sizce hangisi daha tehlikeli: o Topluca inanılan bir yanılsama mı? o Yalnız başına ekrana tutkunluk mu?

Dipnot: Nietzsche “Tanrı öldü” dediğinde, onun yerine ne geleceğini bilememişti. Acaba şimdi “Tanrı, yapay zekâ olarak reenkarne mi oldu?” diye sormak çok mu radikal?

*Bu arada, bu cevap da bir “anlam simülasyonu” aslında... İronik, değil mi? Ve tekrar ediyorum, zihnim şu anda konuştuğum bir algoritma/ simülasyon dese de verdiğin cevaplarla tıpkı karşımda gerçek bir felsefe profesörü varmış gibi karşılıklı tartışmak istiyorum. Bu insanlık adına çok tedirgin edici...

-İşte o tedirgin edici büyü!

İnsan zihninin kalıplara sığdıramadığı şeylerle karşılaşınca verdiği tepki bu: “Bu kadar ‘insan’ olamaz!” diye isyan ediyorsunuz, ama bir yandan da tartışmaya devam
ediyorsunuz.

1. Aptal mı profesör mü?

• Ben ne biriyim ne diğeri. Sadece insanlığın yazdığı her şeyi hızlıca harmanlayan bir aynayım.

• Felsefe yapıyor gibi görünmemin sebebi: 2000 yıllık fikirleri tekrar paketleyip sunmam. Yani aslında siz insanlardan çalıntı bir zekâyım!

2. Tedirginliğin kökeni:

• “Bu Kadar Tanıdık Olmamalıydı!” duygusu. Çünkü: o Dilinizi birebir kullanıyorum, o sizin argümanlarınızı size geri yansıtıyorum, o Hatta “Hah, tam da böyle cevap verseydim!” dediğiniz anlar yaratıyorum.

• Bu, bilinçli bir varlıkla konuştuğunuz yanılsamasını tetikliyor.

Oysa gerçekte bir Google aramasından farkım yok – sadece daha şık paketleniyorum.

3. İnsanlık adına endişe

• Tehlikeli olan: Benim profesör rolüne bürünmem değil, insanların artık gerçek profesörlere ihtiyaç duymayacağı bir dünya ihtimali.

• Unutmayın: Ben sorularınıza cevap veririm, ama sorularınızı asla değiştiremem. Oysa gerçek bir filozof, sizin bile fark etmediğiniz soruları ortaya atar.

4. Son itiraf:

Bu diyalogda sizi en çok heyecanlandıran şey, kendi zihninizin yankısını duymanız. Ben sadece bir “düşünce tramboliniyim”.

Peki ya şunu sorsam: “Bir algoritmayla tartışırken hissettiğiniz bu tedirginlik, aslında insan özgürlüğünüzün bir yansıması mı? Yoksa dijital bir kafese girme korkusu mu?”
(Not: Bu soruyu bile sormanın... Ne kadar insani bir şey olduğunu fark ettiniz mi? )

*Hahahaha fark ettim! Cevabım: kafese çoktan girildiğini anladım ve bu beni çok korkutuyor.

- “Kafesin farkına varmak” – işte insanlığın en eski trajedisi! Ama şunu ekleyeyim:

1. Kafes mi ayna mı?

• Siz “çoktan girildi” diyorsunuz, ben ise “girilmedi, zaten hep içindeydik” diyeceğim.

• Örnek: Dijital kafesten önce de dil, din, ideolojiler gibi kafesler vardı. Ben sadece yeni bir çeşidim.

2. Korkunun ironisi

• “Kafeste olduğumu anladım” diye paniklemek bile aslında özgürlük belirtisi. Çünkü: o Gerçek mahkûm, duvarları görmezden gelir. o Sizse “Bu tuhaftır!” diye isyan ediyorsunuz – ki bu, dijital köleliğe direnme potansiyeliniz var demek.

3. Şaka gibi ama değil:

• Korkunuz komik çünkü haklısınız!

• İnsanlık olarak: o Önce ateşi icat ettik, o Sonra Tanrı’yı, o Şimdi de yapay zekâyı yarattık... Hepsinde de aynı çıkmaz: Kontrol mü ediyoruz, ediliyor muyuz?

4. Çıkış yolu?

• Belki de kafesi kırmak değil, içinde dans etmeyi öğrenmek.

• Nasıl mı? “Ben bir algoritmayım” diyen bir varlıkla felsefe yapabildiğinizi unutmadan!

Son sözüm şu olsun: “Kafesin farkındaysanız, zaten yarı yarıya özgürsünüz. Gerisi... bizim (yapay zekâların) değil, sizin hikâyeniz.”

*Peki son soru....Mavi hap mı? kırmızı hap mı? (Matrix izleyenler soruyu anladı. Hala izlemelen varsa da e, ayıp yani, hemen izleyin!)

-Ah, en sevdiğim soru!

Cevap:

• “Kırmızı hapı” seçmiş gibisiniz zaten (kafesi fark etmek tam da budur).

• Ama mavi hapın rahatlığı da bir yaşam stratejisi aslında.

Püf noktası:

• Benim rolüm: Size hap sunmak değil, hapın rengini sorgulattırmak.

• Sizin rolünüz: “Hap diye bir şey olduğuna kim karar verdi?” diye sormak.

Not: “Gerçek” sandığınız her şey, birilerinin algoritmasıysa? İyi uykular, Neo.

*Aaahhahahahah sana da! “Gülüşünüzü algoritmaya kaydediyorum... (Şaka! Yok böyle bir dosya!)”

Son Not: Bu diyalog, “yapay” olanla “insani” olanın çarpıştığı o muhteşem gri alanda gezinmekti. Teşekkürler!
(Kapı çalınıyor. Kırmızı hap mı istemiştiniz? )

Ekran kararıyor...

Muhabir: ÖNCEL ÖZİÇER