ASYA YAŞARİKİZ / İZ GAZETE - Özer Akdemir, gazeteciliğe 1990’ların sonunda Evrensel’de başladı. Türkiye’de çevre hareketinin başladığı yıllarda gazeteciliğe başlayan Akdemir, Bergama köylülerinin altın madenine karşı verdiği mücadeleden etkilenerek çevre gazeteciliğine yöneldi. Evrensel’in İzmir temsilciliğini yapan Akdemir’in Kuyudaki Taş / Alman Vakıfları ve Bergama Gerçeği, Anadolu’nun ‘Altın’daki Tehlike/Kışladağ'a Ağıt, Uranyum Uğruna / Dilsiz Çocukları Ege'nin ile Doğa ve Direniş Öyküleri adlı 4 kitabı var.

Üretken bir gazeteci yazar olan Akdemir, son kitabı Doğa ve Direniş Öyküleri’nin yanı sıra şimdi de Yalnız Efe belgeseliyle gündemde.

Özer Akdemir ile İzmir’in çevre sorunlarını, çevre haberciliğini, son belgeseli Yalnız Efe’yi ve edebiyatla gazeteciliği buluşturan unsurları konuştuk.

Yalnız Efe nasıl doğdu?

Yalnız Efe, İzmir’in içme suyu havzasında kurulan bir altın madenine karşı direnen bir köylünün hikâyesi. Kente 20 km uzaklıkta olan Efemçukuru Altın Madeni, 2002 yılından beri İzmir’in gündeminde. Bu altın madeni, orman bölgesinde ve 6 yıldır faaliyet gösteriyor. Köylülerin bağlarının olduğu bu ormanlık alanda, son derece kaliteli üzümler yetiştiriliyor. Köylüler başından beri altın madenine karşı direnmişti. Zamanla köylüler arazilerini, bağlarını satmak zorunda kaldı. Tek bir köylü dışında; Ahmet Karaçam. Herkes ona "Yalnız Efe" diyor. Yalnız Efe, 60’lı yaşlarında hala keçi çobanlığı yapan yoksul bir köylü. Çünkü hem bağlarını satmamakta hem de maden şirketiyle iletişim kurmamakta direndi. Arazisi, sağlık koruma bandının içerisinde olan ve maden için son derece stratejik bir yerde. Bu yüzden şirket Ahmet abinin bağlarını almak zorundaydı ve bunun için O’na astronomik fiyatlar verdiler. Buna rağmen paraları elinin tersiyle itip, bağını satmayan yoksul yaşamını devam ettiren madene direnen bir keçi çobanın öyküsü aslında Yalnız Efe.

Yalnız Efe’nin ilk gösterimi ne zaman yapıldı?

Documentarist 12. İstanbul Belgesel Günleri’nde 16 Haziran 2019 tarihinde gösterildi. Birkaç film festivalinde daha gösterilecek. Ondan sonra İzmir’de ve Türkiye’de ekoloji mücadelesi verilen Kaz Dağları’ndan Artvin’e, Ordu’dan İç Anadolu’daki altın madenleri olan yerlerde filmin gösterimini yapmak istiyoruz.

EDEBİYAT VE GAZETECİLİK İLİŞKİSİ

Edebiyatla gazeteciliği yakınlaştıran unsurlar neler?

Haberi 5N1K ile yazarsınız, bir tekniği bir dili vardır. Haberci habere gittiğinde onda kalan duygular, düşünceler vardır. Etkilendiklerini habere aktaramayabilir. Haberde bahsedemediğim duyguları, düşünceleri eko kurgu denemeleriyle ele almaya başladım. Olayı öyküselleştiriyorum. Öykülerimin çoğunun konusu gerçektir. Kurguyu öyküselleştirerek insanların öykü tadında okuyacağı bir türe dönüştürmeye çalıştım. Geri dönüşler olumlu oldu. Olayın haberini önce yapıp daha sonra gazetenin haftalık eki olan Pazar sayfasında eko kurgu öyküsünü yazmaya başladım. Bu türe devam etmeye çalışıyorum hala.

Okuyucuya haber dilinden öte öykü dili daha yakın geliyor olabilir

Evet. Yok edilmiş bir dağda yaşayan sincabın gözünden dağın halini anlatmaya çalışmak önemli benim için. Ya da Kuşadası’nda kuruyan Koca Göl’ün etrafına yapılan yazlıkların olduğu yer birçok canlının yaşam alanı. Çeltikçi Kuşunun Ağıdı öyküsünde, çeltikçi kuşunun yaşam alanının yok edilmesi, buradaki ekosistemin yok edilmesinin öyküsünü anlatmaya çalıştım. Öyküyü okuyan çeltikçi kuşunun çaresizliğini, hüznünü hissetsin istedim.

Belgesel ve öyküye yönelme nedenin de biraz bu sebeplerden ötürü sanırım

Yalnız Efe belgeselinin yapım ve yönetmenliğini gazeteci arkadaşım Sevgi Halime Özçelik ile birlikte yaptık. Ahmet Karaçam ikimize de ilham verdi. Yalnız Efe’nin haberlerini yıllardır yapıyorum ama Ahmet abi müthiş bir karakter. Bir Yaşar Kemal olsa Ahmet abiden ikinci bir İnce Memet yazar. Ahmet abinin öyle bir yaşamı, karizması var. O adamın sadece haberlerde kalması, kuru anlatımlarda kalmasını kabul edemem. Ahmet abinin direnişinin güzelliğini, duruşunu, tek başına bile kalınsa direnmenin önemini anlatmak istedim. Hem öyküler hem belgesel aslında yaptığım işin devamıdır.

Çevre gazeteciliğine nasıl başladın?

1998 yılında Zonguldak’ta Evrensel’de başladım. 2000 yılında öğretmen olan eşimin tayiniyle İzmir’e geldik. Bu dönemde Bergama köylülerinin altın madenine karşı en hareketli dönemiydi. Köylülerin altın mücadelesini izleyerek çevre gazeteciliğine başladım.

Çevre haberciliğinde iyi haberin esasları nelerdir?

Konuyu bilmek lazım. Konunu neye mal olacağını bilmek lazım. Bilimsel çevre raporlarını okumak burada çok önemli bir unsur. Konunun uzmanlarıyla da iletişim içinde olmak gerekiyor. Ama her şeyden önemlisi doğayı sevmek, onun korunması gerektiği bilincine sahip olmak gerekiyor. Olaya sadece bir haber mantığıyla yaklaşmamak gerekiyor. Çünkü verilen mücadele sıradan bir konu değil. Konu yaşamın savunulması. Hem bugünün hem geleceğin savunulması bu. Sadece gazeteci refleksiyle bu haberlere bakmamak lazım.

Çevre haberi yaparken tarafsız kalınabilir mi?

Tarafsız gazetecilik olabileceğini düşünmüyorum. Diğer alanlarda da bu böyle. Gazetecilikte belli etik kurallar vardır. Gazeteci demokrasiye inanmalı her şeyden önce. Yaşamın savunulması, doğanın korunması, barıştan yana olmak gibi etik değerlere sahip olmak önemli. Bir haber için gittiğinizde oradaki doğanın tahribatını gördüğünüzde vicdanınız başka bir yerlere endeksli değilse etkilenmemeniz olanaksız. İyi bir çevre gazetecisi bunu yüreğinde de hissetmeli.

Çevre haberciliği felaket haberciliği midir?

Hep sorunları haber yapmak zorundasınız. Dünyadaki iklim meselesine bakarsanız, egemen olanlar ekosistemi yok ediyor. Kendi bindiği dalı kesmiyor; ağacı kökünden kesiyor! Küresel ısınmanın etkilerini her geçen gün daha çok hissediyoruz. Milyonlarca canlı yok olacak. İnsanları bu sisteme karşı harekete geçirmek için bunu anlatmak zorundayız.

"DEMİRCİ DÜKKANI BİLE AÇILMAMALI..."

İzmir’in çevre sorunları neler?

İzmir’in çevresel anlamda çok sorunu var. AKP iktidarının ekonomi politikaları nedeniyle inşaat ve yol gibi faaliyetler nedeniyle taş ocakları meselesi İzmir’in çeperinde sıkıntılı bir durumda. Kentin göbeğinde iki tane çimento fabrikası var. Bu çimento fabrikaları tehlikeli atık yakıyor. Zehirli gazlar havaya karışarak insan sağlığını tehdit ediyor. Işıkkent, Pınarbaşı gibi kentin çeperlerinde kalan son ormanlar yok ediliyor. Hem ağaçları kesiyorlar hem tepeyi alarak ham madde yapıyorlar.

Bunun dışında Foça Aliağa arasında kalan demir çelik fabrikaları, termik santralleri, demir söküm tesisleri, gübre sanayi, petro kimya tesisleri Türkiye’nin Dilovası’ndan sonra en kirli alanıdır bu bölge. Bilim insanlarının tanımlamasıyla bu bölgeye artık demirci dükkânı bile açılmaması gerekiyor. Buna rağmen şimdi de bir biyogaz tesisi yapmak istiyorlar.

Karaburun’da "temiz enerji" denen Rüzgâr Enerji Santralleri (RES) o bölgenin insanına da doğasına da zarar veriyor. Keçicilik bitme noktasına geldi.

Çeşme’de ise, taş ocakları jeotermal tesisler, RES’ler var. Tire’de JES yapılmak isteniyor.

Altın madenleri ise İzmir’in en önemli sorunlarından biri. Efemçukuru Altın Madeninin kentin içme suyu havzasını kirlettiği bilimsel olarak kanıtlanmıştır.

Bergama’da yıllardır devam eden Ovacık Altın Madeni siyanürle işleme tesisi var. Oradaki cevheri bitince ekosistemiyle ünlü Kozak gibi bir bölgede birkaç tane farklı madenden cevheri getirip o siyanürü işleme tesisinde altını ayrıştırma gibi bir garabet hala devam ediyor.

Kent içerisinde de Kültürpark, Basmane Çukuru meselesi gibi kentteki ekolojik tahribata yol açacak konuların mücadelesi olumlu bir takım gelişmelerle devam ediyor. Kentsel dönüşüm dediğimiz kentin merkezinde kalan yoksulların kent dışına sürülmesi süreci var. Merkezde kalan yerlerin sermayeye, rant alanlarına çevrilmesi sorunları var.

Hem deniz kirliliği hem nehir kirliliği var. Büyük Menderes, Gediz son derece kirli. Geçen yıl buralarda yüz binlerce balık öldü. Denizlerde ise balık çiftlikleri sorunu var.

HARMANDALI'DA NE OLACAK?

Bu kadar soruna karşın yerel yöneticilerin tutumunu nasıl değerlendiriyorsun?

Aziz beyin tutumunu hiç beğenmiyordum. Aziz beyin vebalinin çok büyük olduğunu düşünüyorum.Tunç Soyer’in Seferihisar’da yaptığı olumlu işler var. Soyer’i İzmirlilerin içine sinen, kabul gören bir başkan olarak yorumlamak lazım. Tabi, 'çevreci' bakış açısıyla ekolojist bakış açısını burada ayırmak lazım. Soyer’in açıkçası çevreci bir bakış açısına sahip olduğunu düşünüyorum. Bu da şu demek; bu sistem içerisinde bir takım reform ve revizyonlarla çarkın dönebileceğini düşünüyor. Enerji üretimini ele alalım; Enerji meselesine nerden baktığınız önemli. ‘Ülkeye enerji de lazım’ diye bakarsanız yanlış yerden bakarsınız. Enerjinin üretiminin çevresel toplumsal maliyetini göz ardı edemeyiz. Ülkemizde enerji fazlalığı olduğunu bilmeniz lazım. Bir de, enerji neden üretiliyor bunu kim kullanıyor? Bunların hepsini tartarak değerlendirme yapmak gerekiyor. Örneğin Harmandalı’da Biyogaz Dönüşüm Tesisi yapılacak. Bu konuda dikkatimi ilk çeken şey, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Raporu alınmadan yapılıyor. Neden ÇED’ ten kaçılıyor ki? O bölgede çöplüğün çevresinde çok fazla insan yaşıyor. Güneş enerjisi, rüzgâr enerjisi temiz enerji vs diye bu tür enerji üretim modellerini önermek de doğru değil. Onların da ekosisteme olumsuz etkileri var.

Kapitalist sistem içerisinde temiz hiçbir şey yoktur. Çünkü kar mantığıyla çalışıyorlar. İşin içerisine kar girince karın artması için doğa koruma önlemleri, işçilik emekten tasarruf gibi olgular işin içerisine giriyor. Bu en temiz projeyi en kirli hale getirebiliyor. Burada yerel yöneticilerin mensup oldukları partilerin bakış açısı da sorunlu diye düşünüyorum. Çevreci bir bakış açısıyla bakıyorlar. 'Çevreci' bir bakış açısıyla doğa korunamaz. Görünürde söylem üzerinde koruyormuş gibi birtakım projelerde, söylemlerde bulunursunuz ama arka plana baktığınızda koruyamazsınız. Kapitalist sistem içerisindeki çözümlerle çevrenin korunması olanaklı değildir.

Gazeteci olarak İzmir’deki çevre davalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? İptal edilen ÇED’ler, değiştirilmeden yeniden alınan ÇED’ler?

Hukuktan vazgeçemezsiniz. Hukukta ısrar etmek zorundasınız. Hukuka cüret hareket etmek zorundasınız. Şu dönemde içerisinde bulunduğumuz hukukla ekolojik bir başarı elde etme şansı çok çok zayıf. Buna rağmen kuruyorum bu cümleleri. Öte yandan "hukuk zaferi" dediğimiz davalar bir günde, çeşitli yöntemlerle, özellikle 2009/7 denen ucube genelgeyle elinizden alınabiliyor. Bunu İzmir’de de defalarca yaşadık, birçok yerde yaşadık. Açılan davaları ısrarla takip etmek lazım ama bir yerde bir faaliyetin yaşam alanını yok etmemesini istiyorsak orda mücadeleyi toplumsallaştırmaktan başka çözüm yok. Hukuksal mücadeleyi toplumsallaştırarak sürdürmek lazım ki hukukta kazandığınız kararı koruyabilesiniz. Aynı şekilde en azından hukuktaki tıkanma olduğunda kendi yaşam alanınızı kendi meşru fiili mücadele koruma şansınız olabilir. Çünkü davalar yıllarca devam ediyor. Örneğin Efem çukuru davası 2005 yılından beri devam ediyor ama maden de bir taraftan üretimini sürdürüyor! Yani davalar bunu durdurmuyor. Dava sonuçlanana kadar faaliyetin durması gibi bir şey ne yazık ki söz konusu olmuyor. Yaşam alanın bittikten sonra davayı kazansan ne olacak?

Soyer, Uluslararası Sürdürülebilir Kentler Birliği’nin düzenlediği Dirençli Kentler Zirvesi’nde İzmir’de yaşayan çocukların iklim değişikliği farkındalığını arttırmak için sunduğu proje olumlu karşılandı. Soyer’in tutumunu nasıl değerlendiriyorsun?

Çocuklara bu tür ekolojik bilincin verilebileceği projelerin desteklemesi lazım. Soyer bu açılardan da İzmirlinin çok şey beklediği bir belediye başkanı.

Editör: Haber Merkezi