Sanatsal anlamda öykünün modern devrimin merkezinde yer almasa da gittikçe kuramsallaştığını söyleyebiliriz. Roman üzerine binlerce kuramsal yazı mevcutken artık öykü türü üzerine de akademisyenler araştırma kitapları yazmaya başlamışlardır. Özellikle Amerika öykücülerinin Avrupa’da çok yaygın okunuyor ve tanınıyor olması dünyaya da yayılmasına neden olmuştur. (Carver, Raymond vb.)

76e638a2-98c3-41ef-b31a-fce32ee1ce3f

Her kurmaca yazarı roman yazma çabası içine girebilir. Türler arası geçiş, roman türünde ısrar; yetenek, daha çok tanınma, müthiş özgürlük alanı yaratma gibi nedenlerle roman her zaman başat olacaktır. Ancak bugün görülüyor ki öykü de sanatçı için yaratıcılığın verimli topraklarından. Bir yazar roman yazmadan kendimi kanıtlayamam gibi bir düşünce içinde değil artık. Çünkü öykü yoğunluğun ve abartma becerisinin kullanıldığı önemli bir alan. Bu öyle bir yoğunluk ki bizi bir şeye ‘maruz’ bırakır. Ve bunu öyle yapar ki nicel olarak uzunluk kısalık değil o metinde atılacak hiçbir şey olmayacak şekilde yapar.

Hepimiz biliriz ki hayat uzun bir serüvendir. Ancak öykü bunu anlatmaz. Yaşamın bir parçasını ya da alıntısını anlatır. Eğer birisi bu parçadan yaşamın tümüne dair bir şeyler çıkarabilirse o zaman öykü daha çok roman gibi eksilmez bir tür olur. Ve en başarılı öykü bu serüvende ben ve ötekini, sıradan ya da gözle görüleni kendi üslubuyla öyle anlatır ki hiçbir şey gözümüze sokulmadan ruhumuza yerleşiverir.

Kadire BOZKURT’un BUZKANDİLLERİ kitabı da tam böyle öykülerden oluşuyor. Zaman yok. Ancak bir durumdan başka bir an’a geçiş, hiç dikkate almayacağımız hayatların aslında hepimizin hayatı olabileceği acıtıcı bir o kadar sarsıcı öykülerle karşı karşıyayız.

Kitapta toplam 16 hikaye var. Bu hikayelerden beş tanesi çocuk anlatıcı. Onların gözüyle kadın ve aileye bakış anlatılıyor. Ensest ilişki iki hikayede geçiyor. Kadınlık hallerinin ön planda olduğu dört hikaye var.

ana yazı 2

Genel olarak söyleyebiliriz ki hikayelerin teması aile.

Hemen hemen her hikayede sıradan insanlar konu ediliyor.  Tam olarak hayata tutunabilenlerin öyküsünü de yazmıyor yazar. Sorunların çözümsüzlüğü için bahanelere sığınan karakterler de yok. Ancak öykülerdeki bazı karakterler, Çaresizliğin Dünya’nın Dışına taştığının kanıtı gibi sanki.

Zor durumlarda kalınca, bıkmadan usanmadan yürüyerek kendi kendine çareyi bulanların öykülerini de anlatmıyor Kadire BOZKURT. Ancak hayatın sıradan akışında sıradan insanların çoğu zaman yürek paralayıcı, bazen hepimizin yaşayabileceği olayları hiç abartıya kaçmadan anlatıyor. Popülist davranıp önyargılarımızın duygularımızı yönetmesine de müsaade etmiyor.  Hemen hemen hiç araya girmiyor, büyük sözler söylemiyor. Böylelikle kurmacayla yazarın yorumları arasındaki ilişkide okuyucu olaya odaklanyor.

Hikayelerde biçim yeniliğinden ısrarla söz edebiliriz. Örneğin anlatım teknikleri (iç konuşma, iç çözümleme, bilinç akışı, tasvir vs.) hemen hemen hiç yoktur. Hiçbir sorunu tıkıştırmıyor, sorunu gözümüzün içine sokuyor. Dolayısıyla hiçbir öyküde insanın heybetli duruşu yok.

Duygusal cümleler, karakterleri tanıma yönünde yönlendirici cümleler, yetmediği yerlerde betimlemeden söz sanatlarından yararlanma hiç yok.

Öykülerdeki kahramanlar bağırmıyor, içinden konuşuyor sanki şimdi susma zamanı der gibi.

Derin, sert, soğuk öyküler.

Hiçbir öyküde son yok. Açık uçlu bitirişler.

Abartılmış duygulara da izin vermiyor. (OVERRADET)

Öykülerde acı, hayal kırıklığı, kötülük, çaresizlik hepsi var. Ancak Kadire bunların peşinde değil. Ama yazar toplumun bunları ne kadar içselleştirdiğini şamar gibi vuruyor yüzümüze. O yüzden rahatsızlık duyuyoruz okurken. (tedirginlik)

Paragraf geçişleri sorunlu gibi görünebilir. Ben bunu modern öyküde bir yenilik olarak görüyorum. Bunun zamanla, sanayii devrimiyle de ilişkisi var. Zaman hız çağı. Okuyucu bunu bekliyor. Ayrıntıları görmek istemiyor. Dolayısıyla sorun gibi gözüken kısaltmalar, tip tanıtmalardan uzak durmalar bir eksiklik değil.

Sonuç olarak diyebiliriz ki niçin yazdığınız, neyi yazdığınız neyi söylediğiniz tabii ki çok önemli. Çünkü yazar derdi olan insandır. İnsan ve hayat temel olmakla birlikte sanat, estetik, dil de onun dertleri arasındadır. Edebiyat eseri insanı anlatırken topluma da eğilir, bakar ve orada gördüklerini anlatır. Kadire BOZKURT tam da bunları yapıyor. Duru bir o kadar sert anlatımıyla kitap adından çok söz ettireceğe benziyor.

Kadire BOZKURT

BUZKANDİLLERİ- Notos Kitap

************************* ************************** *************************

“Dijital çağda ebeveyn olmak” kitap yorumu

Teknoloji ve internet günümüz dünyasında yaşamımızda önemli bir yere sahiptir. Teknoloji ve internet kullanımı bizlere sınırsız kolaylık sağlar. Tüm bu kolaylıklarla birlikte farklı olumsuz yönleri de vardır. 

Mehmet Engin Deniz bu kitapta internet ve teknoloji kullanımının, bağımlılığının çocuklar, gençler ve yetişkinler üzerindeki etkilerine yer veriyor.  Ve ekliyor “Bu kitap ebeveynlere nasıl dijital ebeveyn olunacağı ile ilgili bilgiler sunmaktadır.” 

Günümüz çağı herkes için zorlu bir çağ. Bırakın ebeveyn olarak uyum sağlamayı, çocuklar bile bazen uyum sağlamakta zorlanıyor. Ebeveynlerin yetiştikleri dönemde var olan sosyal ve kültürel yapı ile şu andaki var olan yapı birbirinden oldukça farklı. Bu durum iki farklı kavram ile açıklanıyor: Dijital yerli, dijital göçmen.

Teknoloji ile doğup büyüyen nesle dijital yerli deniyor. Yaşamlarının sonraki dönemlerinde teknoloji ile karşılaşan, uyum sağlamaya çalışan nesle ise dijital göçmen deniyor. Tüm bu süreçlerde çağa uyum sağlayabilen, çocuklarına teknolojinin doğru kullanımını öğreten, çevrimiçi tehlikelerin farkında olan ve çocuklarını bu tehlikelerden koruyan dijital göçmenlere de -yani ebeveynlere- dijital ebeveyn deniyor.

Dijital ebeveyn olmak için bu şartlar gerekiyor ama çocuklarına teknolojiyi doğru kullanmayı öğretirken de rol model olmak gerekiyor. Çağa ayak uydurmak, dijital çağ hakkındaki bilgileri güncel tutmak, teknolojiyi yeri ve zamanında doğru kullanmak gerekiyor. 

SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ 

Mehmet Engin Deniz kitapta çocukların gelişim dönemlerinden, teknolojinin bu dönemlerdeki etkilerine kadar her şeyi anlatıyor. Farklı etkinliklere (okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise kademeleri için) yer veriyor. Ebeveynlere önerilerde bulunuyor. Çocukların teknoloji kullanımı konusunda bilgilendirilmesi gerektiğinden, okulları ile iş birliği yapılmasından ve teknolojiye alternatif etkinliklerin (sporsal faaliyetler, ailecek zaman geçirme vb.) öneminden bahsediyor.

Teknoloji ve interneti kullanırken çocuklar için kural ve sınır olmalı, ebeveynlerin çocukların teknoloji ve internet kullanımını kontrol etmesi gerekli. Hangi sitelerde ne kadar vakit geçiriyor, sosyal medya kanallarını nasıl kullanıyor, kimlerle vakit geçiriyor bunları kontrol etmeli. Ve en önemlisi çocuklarıyla vakit geçirmeli.

Eğer çocuklarımızı teknoloji ve internet bağımlılığından uzak tutmak istiyorsak birlikte geçirdiğimiz süreyi artırmalı, birlikte yapmaktan keyif alabileceğimiz aktiviteler planlamalıyız. Onları anlamalı, yargılamamalı ve bunu onlara hissettirmeliyiz. 

************************* ************************** *************************

BOŞLUK YOK YARATIYORUZ BİZ

Herkes kendi meşrebince bir hikâyenin peşinde koşuyor. Bitmiyor bu koşuşturmaca. Fiziksel olarak dursak bile iç dünyamızdaki sorular, sorgulamalar, hesap vermeler, hesap sormalar, hayal ettiğimiz hikâyeye ulaşma duygusu durdurmuyor bizi. İnsandaki tatmin olup yeniden isteme dürtüsü olduğu sürece bu böyle olacak.

Travmalarımız annemizle birlikte başlıyor aslında. Ne etsek ondaki iyilik ve inkâr duygusundan uzaklaşamıyoruz. Onun yüzünden yakınımıza, çevremize sonunda hayata borçlu olup çıkıyoruz. Hep borçlu düşünüyoruz kendimizi. O; vefa, bağlılık, inanç yaratıyor bünyemizde.

Felsefe oluşturuyoruz kendimize ve bağlanıyoruz felsefemize. Tanımadığımız insana yoldaş diyoruz. Yoksa inkar etmiş oluruz inançlarımızı. Tanıdıkça o yoldaşı içimizde bir boşluk oluşmuyor değil, ne var ki hissettirmiyoruz, o boşluk yeni boşlukları yaratsa da.

Böylelikle annelik travmasının devamı yoldaşlık travması oluyor.

Oysa biz sevmek istiyoruz. Eş değil, yoldaş değil. Sadece sevilmek istiyoruz. Annemize dönmek. Ama bu sefer borçluluk hissine kapılmayacağız. Karşılıksız her şey. Çimenlerde otururken, biralarımızı içerken çekip gideceğimizi biliyoruz.

Ertesi gün bir öyküyü okuyoruz bizi anlatan. Oysa hikâye Rusya’da geçiyor.

Burada olmakla Rusya’da olmanın farkını tartışıyoruz. Diyorum ki, ben senin memelerinden süt emmedim ama yaşıyorum, hiçbir şey sunmadın ama mutluyum. Biz, diyorsun, seviyoruz sadece, ne iyilik peşindeyiz ne de inkar. Çimenler, ağaçların kokusu, denizin güzelliği nasılsa biz de öyleyiz. Veriyoruz birbirimize, asla karşılık beklemiyoruz.

Hadi Moskova’ya gidelim, diyorum, zaten Moskova’dayız, diyorsun.

Gözbebeklerinde oluşan sevgiyi çekiyorum içime.

Turan HORZUM

************************* ************************** *************************

KİTABIN BÜYÜSÜ

“…Z1, yıllar önce gezegenle taşınan yazılım mühendisi babasını düşündü. Gen bankasını o kurmuştu, görü gözlüğünün de mucitiydi peder. Suç dürtüsünü önceden yok etme umuduyla safça bir buluştu anlaşılan bu. Babasının da belleğini ölmeye yakın yok etmişlerdi zaten. Sıra Kuku’ya geldi sonunda. “Benlik ‘kolektif biz’in en büyük düşmanıdır.” Şirketin sloganı duvarda koca harflerle yazılı. Gök plazanın giriş kapısındaki dev slogan canlandı zihninde: DNA’nız şirketin güvenli ellerinde…

Kırık bir gülümseme belirdi yüzünde.

“Sadece benliğimi şirketten kurtarmak istedim. Bunun travmalarla falan ilgisi yok. Fasa fiso bunların hepsi. Kameralar yetmezmiş gibi öngörülerimi, zihnimdeki her haltı, en güzel düşlerimi, karabasanlarımı devletin benden önce bilme hakkı olduğunu düşünmüyorum. Bu meselenin çocukluğumla uzaktan yakından ilgisi yok. Belki o CEO’lar yapay zekaların da başkaldırmak üzere olduğunu biliyorlar. Gerçeklik mücadelemi bir cam kemik kırılganlığıyla hakaret ve bölücülük olarak görmeyi bıraksın bu patronlar. Ben en azından zihin hapishanemdeki özgürce fantezilerimi bir buçuk kiloluk şu zavallı beynimde elektrik sinyallerime emanet etmek istiyorum. Şu kabloların bana sinyal göndermesini istemiyorum artık.”

Erdinç BÜYÜKAŞIK

Bilinç Tutsakları Öyküsünden/Kediye Dokunma

************************* ************************** *************************

YAZARIN BÜYÜSÜ

Temelde hepimizin içinde bir "öteki" var düşüncesiyle doğdu öykülerim. Bu şehirde gökten yağan öykülerden birini seçip yorumlamak belki de bu anlamda yaptığım şey de. Sonuçta insanın suskun olduğu bu coğrafyanın öyküde bir sesi olması gerekiyor. Okuyucu bu açıdan kahramanı kendisine ne kadar yakın buluyorsa bir o kadar da kendi "öteki"siyle tanışıyor diyebilirim bu açıdan.

Öyküde birçok yeni arayışımın öykünün izleği, atmosferini belirlediğini ifade edebilirim. Bu açıdan son öykü kitabım “Kediye Dokunma” hem distopik öyküleri hem de düşselliğin içindeki bir dizi öyküyü içinde barındırıyor. Kitaptaki fantastik ögeler veya masalsı yanlar temelde benim katı gerçeğin içinde bile düşlere bir zemin olduğunu düşünmemle doğdu. Cortazar'ın ve Marquez'in düşselliğinin içinde acımasız bir yüzleşmeyi  sahnelemesi gibi en sancılı hayat hikayelerinde bile kahramanın düşlerinin devam ettiğini düşünüyorum. Gerçekle düşün yolları hep bir yerlerde kesişiyor zaten kurmaca dünyada.

Erdinç BÜYÜKAŞIK

************************* ************************** *************************


 

Editör: Duygu Kaya