KÜLTÜR SANAT

Kitap sayfamızda bu hafta: Bir Yaz Sonu Ağrı’sı

Turan Horzum'un İz Gazete'ye hazırladığı kitap sayfasında bu hafta...

Abone Ol

Hazırlayan: Emel Kadör

Yedi yıl önce bir arkadaşımı ziyaret etmek için, Alaşehir’e trenle gitmek istedim. Yeşillikler arasında süzülen trenimize, Manisa’dan sonra geniş metal borular eşlik etmeye başladı, yer yer dumanların çıktığı boruların güzelim doğayı bir yılan gibi kilometrelerce sarması korkunçtu. Engine uzanan bağlara bir yabansılık çöktüğünü üzülerek izledim.

Bu bölgelere yapılmaya başlanan santrallerle ilgili haberleri, mücadeleleri biliyordum. Ancak ne kadar okursa okusun gerçekle karşılaşmak çarpıyor insanı.
Özer Akdemir’in Bir Yaz Sonu Ağrısı, o yolculuğumu anımsattı acıyla yeniden.

Ekoloji ve çevre konularını işleyen edebiyat ürünleri 1960’lardan beri eko-kurgu olarak tanımlanıyor. Akdemir’in kitabı da bu türün kapsamı içinde ele alınabilir.
“Tendürek Dağı’ndan Bend-i Mehdi çayı Şeytan Köprüsü’ne ulaşamadan duruldu, mahzunlaştı. Eski su değil bu su artık, önü kesilmiş, akışı dizginlenmiş…Bendi-i Mehdi’nin hırsı, öfkesi, özgürlük tutkusu, tribünden kablolara aktarılıyor. Elektrik oluyor. Oradan kocaman, yüksek direkler, kalın tellerle alınıp götürülüyor suyun özleminden doğan enerjisi. Geriye Bend-i Mehdi’nin dizginlenen öfkesinden sızan bir su kalıyor yatağında. Ölmek üzere olan bir canlının usulca akan kanı gibi, yaralı bir karacanın gözyaşları gibi.”

Sadece Bend-i Mehdi’yi barındıran Tendürek Dağı’nı değil; Gediz Ovası’ndan Konya Ovası’na, Akbelen’den Porsuk Çayı’na ülkemizin her yerinde; sanayileşmek adına nehirlerimize, dağlarımıza, ormanlarımıza yönelen talandan geriye kalan insan hikayeleri, konuyu yakından yakından izleyen bir gazetecinin kaleminden tüm gerçekliğiyle ulaşıyor okura.

Evrensel Gazetesi İzmir Temsilcisi Özer Akdemir’in çevre sorunları ve ekoloji alanına yönelmesi, 2003 yılında Bergama köylülerinin siyanürlü altın işletmesine karşı verdiği mücadeleyi haberleştirmesiyle başlıyor. O tarihten günümüze; insanın, toprağın, suyun, havanın çektiklerine tercüman oluyor hem kitapları hem de belgeselleriyle tarihe not düşüyor;
Haberlerden kendinde kalan duyguları “Doğa ve Direniş Öyküleri” ne taşımış Akdemir.
Kitaptaki kırk dört öykü ülkemizin kırk dört noktasındaki ekolojik travmaları konu alıyor. Bazen bir çınar, bir mezar, bir böcek; bazen de yaşlı bir dede ya da Mahzuni Şerif anlatıyor olanları kendi dillerince.
Bazı hikayeler röportaj lezzetinde yazılmış. Bazılarında failler, bazılarında mazlumlar anlatıyor yaşananları. Hangi yandan bakılırsa bakılsın Anadolu’nun çığlığına eşlik ediyor Özer Akdemir içtenlikle. Verilen mücadeleler kadar kaçılan, korkulan mücadeleleri de kalemine getiriyor.

“Manisa’ya kadar 40 kilometrelik demiryolu boyunca binlerce ölü ağaç gövdesi. Emiralem İstasyonu çırılçıplak. Ağacı, yaprağı doğranmış, hüzünlü bir ıssızlığın tam ortasında kala kalmış.”

Dünyanın nazar boncuğu denilen Meke Gölü yok artık. Burdur Gölü ise can çekişiyor. HES’ler, JES’ler, termik santraller ile alt üst ediliyor doğa. Geride; siyanürle zehirlenmiş, kanserle boğuşan insanlar, kükürt soluyan köylüler, kovanlarını yaşatamayan arıcılar, kuruyan topraklarında ne yapacağını bilemeyen çiftçiler kalıyor.

Jeotermalin kaynar suyuna düşen çoban Nurullah kadar şanslı değildir Kozbeyli’de fabrikada işe başladıktan sonra kanser olan, bunu evlilik hazırlığı yaparken aldığı sağlık raporundan öğrenen ve 25 yaşında vefat eden Volkan Çelikkol. Ya Mehmetler. Slikozise, astıma, diyalize mahkûm olan gencecik bedenler.
Hikayelerden; yoksulluk, işsizlik, çaresizlik sızıyor kahredercesine. Korku ise en acısı. Madende hasta olan babanın, dava et hakkını ara diyenlere: “Etmem sonra çocuklarımı işe almazlar.” yanıtı Nazım’ın şiirini akla getiriyor.

“Ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer,
ve hala şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
*demeğe de dilim varmıyor ama,
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim.”

Kitaptaki öyküler direnmenin gücünü de yansıtıyor. Ne olursa olsun toprağını yitirmek istemeyenlerin; hukuk kanalıyla haklarını aramaları ve onurlu dik duruşlarıyla kazandıkları başarıları geleceğe dair umut veriyor. Kalemine sağlık Özer Akdemir

Doğa ve Direniş Öyküleri / ÖZER AKDEMİR

Dar çağda yazmak: Türkiye’de roman ve öyküde mücadele, bellek ve tanıklık

Hazırlayan: Erinç Büyükaşık

Yazmak, genellikle yazarın iç dünyasından beslenen bir eylem olarak tanımlanır. Ancak dar çağlar, bu tanımın ötesine geçerek yazarın dışsal gerçekliklere karşı bir konum almasını zorunlu kılar. Türkiye gibi baskı, sansür, otosansür ve kültürel iktidar mekanizmalarının yoğun biçimde hissedildiği bir coğrafyada yazarlık, estetik bir tercih olmanın ötesinde, varoluşsal bir direniş ve kültürel bir sorumluluk niteliği taşır.

"Dar çağ" kavramı, yalnızca siyasal baskıyı değil; belleğin deforme edildiği, hakikatin çarpıtıldığı ve kelimenin anlamının aşındırıldığı tüm dönemleri kapsar. Böylesi bir ortamda roman ve öykü, sadece kurgusal dünyalar yaratma işlevini aşarak, birer tanıklık aracı, birer kayıt mekanizması haline gelir. Bu metinler, yaşananları belgeliyor, unutturulmaya çalışılanı hatırlatıyor ve çoğu zaman toplumsal direncin bir parçası oluyor. Bu makale, dar çağın tanıklığını üstlenen, suskunlukla mücadele eden ve kelimeler aracılığıyla direniş alanları inşa eden yazarların yaklaşımlarını incelemeyi hedeflemektedir. Türkiye’de roman ve öykünün hangi belleksel izleklere, hangi mücadele alanlarına ve hangi suskunluklara doğduğunu analiz edecektir. Kadın yazarların anlatıyı dönüştürme biçimlerinden, anti-kahramanların çürümüş zamanlarına; Ortadoğu’nun yıkıntılarına odaklanan metinlerden genç yazarların dijital platformlardaki üretimlerine kadar geniş bir yelpazede, yazının işlevi ve etkisi sorgulanacaktır: Yazmak hâlâ mümkün müdür? Ve yazmak, toplumsal değişim üzerinde hala bir etki yaratabilir mi?

Türkiye’de sansür ve edebiyatın kapanan kapıları

Türkiye edebiyat tarihi, aynı zamanda sansürün, kovuşturmanın, fişlemenin ve otosansürün kroniğidir. Bu coğrafyada yazarlık, estetik bir faaliyet olmanın yanı sıra, doğrudan bir risk alanı oluşturur. Kelimeler sadece cümle kurmaz; çoğu zaman hukuki bir kovuşturmaya veya toplumsal bir tepkiye zemin hazırlar. II. Abdülhamid döneminde başlayan sistematik sansür uygulamaları, gazetelerin başlıklarında yer alan “siyasetten maada her şey” notuyla ifade özgürlüğünü kısıtlamıştır. Cumhuriyet’in ilk döneminde ise, ulus inşası sürecinde edebiyat, ideolojik bir biçim alma ve bu ideolojiye hizmet etme zorunluluğuyla karşı karşıya kalmıştır.

1960 darbesi sonrasında Ahmet Hamdi Tanpınar gibi "politik olmayan" addedilen yazarlar dahi fişlenirken, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz gibi toplumcu yazarlar doğrudan hedef alınmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül askeri müdahaleleriyle birlikte yalnızca kitaplar değil, kitapların isimleri, kapakları ve hatta yayınevleri dahi suç unsuru olarak değerlendirilmiştir. Bu süreçte Sabahattin Ali, “komünist” veya “ajan” suçlamalarıyla hedef gösterildikten sonra yurt dışına kaçmaya çalışırken öldürülmüştür. Nâzım Hikmet, “orduya isyan” suçlamasıyla 13 yıl hapis yatmış, ardından vatandaşlıktan çıkarılmıştır. Yakın dönemde ise Aslı Erdoğan, “devletin birliğini bozmak” iddiasıyla tutuklanmış; Elif Şafak, “Baba ve Piç” romanı nedeniyle Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi uyarınca yargılanmıştır.

PEN Türkiye ve Türkiye Yayıncılar Birliği’nin yıllık raporları, onlarca kitabın ve yazarın hedef alındığını belgelemektedir. 2023 PEN Raporu’na göre, sansürün yaklaşık üçte biri artık yayınevlerinin kendi uyguladığı otosansürbiçiminde tezahür etmektedir. Otosansür, dışsal baskıdan daha etkili bir gölge gibi, yazarın zihnine nüfuz eder. Yazılmayan metinler, “bir gün başımıza iş açar” endişesiyle ertelenen fikirler; Türkiye edebiyatının görünmeyen kayıpları olarak tarihe geçer. Peki, bir kitap yasaklandığı için mi kıymetli hale gelir, yoksa kıymetli olduğu için mi yasaklanır? Bu soru, ifade özgürlüğünün kısıtlandığı her dönemde güncelliğini koruyan bir sorunsaldır.

Kadın yazısının dönüştürücü rolü

Türkiye’de kadın yazar olmak, sadece edebi bir üretim faaliyeti değil; aynı zamanda tarihsel olarak yok sayılmış bir kimliği hem temsil etmek hem de yeniden inşa etmek anlamına gelir. Kadın yazarlar, edebi anlatının pasif nesnesi olmaktan çıkarak, anlatının aktif kurucularına ve dönüştürücülerine dönüşmüşlerdir. Bu dönüşüm, yalnızca içerik değişikliğiyle sınırlı kalmayıp; dilin, yapının, zamanın ve anlatım biçimlerinin de yeniden şekillenmesiyle gerçekleşmiştir. Kadın yazısı, eril tahakkümün dayattığı doğrusal zaman algısını parçalayarak, daha sezgisel ve içsel bir zamansallıkla ilerler.

Bu bağlamda Halide Edib, erkek egemen savaş anlatısını eleştirel bir perspektifle ele almıştır. Sevgi Soysal, dönemin toplumsal normlarına meydan okuyan kadın kahramanlar yaratmıştır. Adalet Ağaoğlu, modernleşme sürecinin kadın üzerindeki baskısını ve çelişkilerini ifşa etmiştir. Tezer Özlü, anlatının kendi sınırlarını zorlamış, otobiyografik ve deneysel metinler üretmiştir. Latife Tekin ise, büyülü gerçekçilik unsurlarıyla kadınların kolektif hafızasını ve toplumsal deneyimlerini sahneye taşımıştır. Kadın yazısı, yalnızca edebiyatın kendisini değil, aynı zamanda onu taşıyan sesi ve hafızayı da dönüştürmüştür. Toplumsal sessizlikten edebi bir itiraza uzanan bu süreç, Türk edebiyatının da önemli bir başkalaşımını simgelemektedir.

Kurmaca, coğrafya ve çürüme

Kurmaca, sadece bir hayal ürünü değil, aynı zamanda güçlü bir bellek stratejisidir. Mary Shelley’nin Frankenstein adlı eseri modern bilimin yarattığı canavarı ele alırken, Ahmed Saadawi’nin Frankenstein Bağdat’ta romanı savaşın ürettiği canavarı mercek altına alır. Adania Shibli’nin Küçük Bir Ayrıntı adlı eseri ise, sessizlikle örülmüş bir işgal anlatısını sunar. Bu metinler, sadece olay örgüsünü değil; aynı zamanda toplumsal sessizliği, parçalanmayı ve anlatılamayanı görünür kılar.

Bu durumun Türkiye’deki izdüşümlerine bakıldığında, Cem Kalender’in “Çürüme” romanı, Türkiye’deki toplumsal ve bireysel çürümenin edebi bir karşılığıdır. Romanın Sıddık karakteri, toplumun bastırdığı ve göz ardı ettiği her şeyin somutlaşmış halini temsil eder. Kurmaca, unutmanın değil, hatırlamanın temel bir aracıdır. Bu bağlamda, hatırlamak politik bir eylem niteliği taşır.

Günümüz yazarları için en büyük sansür biçimi, belki de artık içselleşmiş, zihinde yerleşik hale gelmiş otosansürdür. Bir kitap yazılmadan önce, yazarın zihninde “Bunu yazarsam biri bana ne der?” sorusu dolaşır. Ekonomik kriz, yayınevlerinin “ticari kaygıları”, sosyal medya linçleri ve dijital çağın getirdiği yüzeysellik, edebiyatın karşı karşıya olduğu yeni kısıtlayıcı faktörlerdir. Tüm bu olumsuzluklara rağmen, umut hala mevcuttur. Genç yazarlar, kolektifler kurmakta, bloglar aracılığıyla seslerini duyurmakta ve edebiyatı farklı mecralarda çoğaltmaktadırlar. Her yeni metin, belki bireysel bir kurtuluş sağlamaz ama mutlaka bir iz bırakır, bir bilinç oluşturur.

Yazmak, belki doğrudan dünyayı değiştirmez. Ancak, yazılmadığında hangi hakikatlerin susturulacağını, hangi seslerin boğulacağını ve hangi kolektif belleğin yok olacağını kim tahmin edebilir? Yazmak, umut değilse bile, temel bir direnç eylemidir. Yazı, olmayan bir mezar taşı, unutulmuş bir hikâyenin son cümlesi; belki de kimsenin hatırlamadığı bir annenin gece yarısı fısıltısıdır. Ve bir cümle dahi kalsa, hiçbir şey henüz bitmemiştir. Her yeni cümle, bir ihtimali, bir başlangıcı barındırır.

Dert neyse metne girdi

Hazırlayan: Turan Horzum

“İnsan cinsinin karşısına bir eksikle yahut bir kusurla çıkmaya gör, hiç vakit kaybetmeden noksanına bir hüviyet atfeder, eksiğini ismin, kusurunu da sıfatın yapar fısır fısır kulağına okurlar. Sen daha ne olduğunu anlamadan özünü, şahsiyetini ağır ağır çeker alırlar elinden; gözükmesin, bilinmesin, anılmasın istediğin o kusurunu bayrak gibi taşı diye eline tutuştururlar. Bir bakmışsın safi eksik olduğun yerde varsın.”

Arlin Çiçekçi’nin ‘Servi Nine ve Üç Güzeller’ adli romanından bir alıntı. Sanki romanın ana düşüncesi gibi yukarıdaki cümleler.
Roman dört kadının hikayesi etrafında dönüyor. Servi Nine’nin ağzından anlatılan hikâyeler Suna merkezli görünse de her kadının hikayesi Suna’dan bağımsız. Bu da romanın çizgisel anlatıma meydan okuyan Üst kurmaca bir metin olduğunu gösteriyor. Dünya edebiyatında Cervantes, Türkçe edebiyatta Yusuf Atılgan’ın Ana Yurt oteli, üst kurmacanın önemli metinleri.

Metni katman katman açtığımızda karşımıza mitler masallar çıkıyor. Kültürlerin omurgasını sanki mitler oluşturuyor. Böylelikle kendiliğinden büyülü bir dile dönüşüyor kurgu. Bu büyülü dili yaratan anlatıcı karakter evliya Servi Nine. Romanın en güçlü tarafı Servi Nine’nin yarattığı dil.

Servi Nine ölmüştür, evliya mertebesindedir. Yeter, Zemzem ve Bedriye’nin hikâyelerini anlatır. Anlattığı her hikâye Suna’nın rüyasında gördükleridir. Kurmaca ile gerçeklik Servi Nine ile Suna karakterlerinin temsil ettiği hayat hikayeleridir sanki. Servi Nine anlattıkları ile düşsel destansal bir anlatıma bizi götürürken; Suna gerçekler dünyasının diliyle bizi buluşturur. Ya da şöyle diyelim: Servi nine, yaşadığı hayatı değil hatırladığı hayatı anlatırken Suna bizi gündelik hayatın içinde dolaştırmaktadır.

Yaşar Kemal, “Yaşantının gerçeğinden, yaratının gerçeğine gidilmeden gerçek roman yazılamaz.” der. Kadın sorunu bitip tükenmeyen acı bir o kadar insanda çaresizlik uyandıran toplumsal bir sorun. Acının yanında ıstıraptan da söz etmek gerekir. Yakın anlamlı gibi görünse de anlam ayırtısı vardır bu iki sözcükte. Acı; baş ağrısı, karin ağrısı gibi fizikseldir. Oysa ıstırap bütün varlığımıza zulmeder, bizi zayıflatır. Çoğu zaman da değerimizi düşürürken bize haksızlık, talihsizlik, hak edilmemiş bir ceza gibi gelir. Ona olan ilk tepkimiz isyan, başkaldırı olması gerekirken çoğu zaman teslimiyet olmaktadır. Bu romanda da karakter olarak islenen dört kadın da öldürülmüş hatta vahşice katledilmiştir. Hep yenilmiştir Kadın. Bunun edebiyata konu olmaması düşünülemez tabii ki. Türkçe romanda Kadın sorununu isleyen onlarca hikâye roman yazılmıştır. Çoğu ses getirmiştir. Arlin Çiçekçi’nin bu romanı 2023 yılında Duygu Asena Roman ödülünü de almış ve çok sayıda okura ulaşmış görünüyor. Bunun başlıca nedeni akıcı ve eğlenceli bir dil kullanmasından da kaynaklanmaktadır.

“Hayat anlardan ibaret derler ama yanılırlar, hayat aslında sonlardan ibarettir.” Kitap işte bu cümleyle başlıyor ve her bölümde kendi içinde tamamlanan otuz son sunuyor. Tüm bölümlerinin birbirine bağlandığı çerçeve anlatıda ise bir mücadeleye tanıklık ediyoruz: Mücadele edenlerin hepsi kadın. Öte yandan elindeki gücü, kuvveti kural tanımazlıkla kullanmaya çalışanlar bu kadınları yürek yakan sona götürüyorlar. Böylelikle kadının dünyanın hangi coğrafyasında hangi zamanında yaşamış olursa olsun hep hayatta kalma mücadelesine şahitlik ediyoruz.

Kitabı okuduğunuzda hikâyeyi de öğreneceksiniz. Ve sonunda Arlin Çiçekçi’nin iyi bir hikâye anlatıcısı olduğunu da tanıklık edeceksiniz.

Servi Nine ve Üç Güzeller – Arlin Çiçekçi
İthaki Yayınları