İstanbul Halk Tiyatrosu ve Levent Üzümcü Tiyatrosu'nun kurucusu, tiyatro, sinema oyuncusu, siyasetçi, İzmir Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni Levent Üzümcü, İz Gazete’nin ‘Haber Merkezi Masası’ formatına konuk oldu.
Siyaset ve sanattan, şehir tiyatrolarının genel durumuna, ülke gündeminden gelecek planlarına uzanan geniş bir yelpazede sorulan sorulara içtenlikle yanıt veren Üzümcü, “Hesaplaşmamız zorunlu. Bu hesaplaşma lafı, ‘rövanş’ gibi bir şey değil. Bu hesaplaşma hukuksuzlukla ilgilidir. Kimsenin başka bir partiye oy vermesi, onu suçlu yapmaz. Hırsızlık, hukuksuzluk, cinayet vs. insanı suçlu yapar. Bunlara karışmamış insanların hiçbir şeyden korkmasına lüzum yok. Ama bu dönemle hukuk önünde hesaplaşmak şart” şeklinde konuştu.
Ülkedeki Nepotizmin her kamu kurumuna ulaştığını görüyoruz. Nepotizm sanat camiasında da var mı? ‘Sen onlardasın, bizdensin’ gibi yaklaşım mevcut mu? Alternatif iktidarda bununla nasıl mücadele edilebilir?
“Bu olayı, siyasetin körüklediğini bir olay olarak gördüğümüz için nedenini de siyaset zannediyorsunuz. Bu sosyolojik bir olay. Siyasetle ilgili bir olay. Siyaset ise sosyolojinin bir yansıması olabilir. Bu toplumun yapısıyla ilgili bir olay. Kutuplaşmaya meyilli olmak veya kutuplaştırılmak. Bizim jenerasyonumuzda hiçbirimiz karşımızdaki insanın ne olduğunu bilmezdik. İnsan olması dışında. Ana dili Türkçe olmayanların yetiştirdiği biriyim ben. Giritli bizimkiler. Ne oldu bu topluma? Neden bu toplum karşı tarafın ilmiğini bilecek duruma geldi? Bir kere şu oldu. Hayatımıza herkesin sesini bireyle olarak duyurabileceği bir sosyal medya denen bir süreç başladı. Sosyal medya girince hayatımıza, fotoğrafımızla veya istediğimiz bir fotoğrafla, adımızla ya da istediğimiz bir takla isimle, kendimize var edeceğimiz bir hesapla bir şeyleri söylüyoruz. Karşı tarafın kimliğini görüşlerinden öğrenmeye başladık. Bu sefer de sosyal medya üzerinden hepimizin izlediği ve ağzıma da pelesenk olan ‘twitter aslında nedir?’ Diye sahilde on tane insanın fotoğraf çektirme anında yaşanan karmaşaya şahit oldu. Her kafadan bir sesin çıkması durum oldu. Bu da herkes birbirleriyle tanışmaya ve ayrışmaya başladı. Hiç tanımadığınız birinden ayrılamazsınız. Normal şartlarda olmayan ayrılıkların yerini şiddetli ayrılıklar aldı. Görüş, fikir, ırk, açı gibi. Bunlar bizi sonunda çok garip bir noktada bıraktı.”
Sosyal medyadan veya dışarıdan gelen tepkilere nasıl karşılık veriyorsunuz, bu tepkilere nasıl dayanıyorsunuz?
“Duruma ve şartlara göre ilkelerin değişme duruma var. İlkeli olmayı sürekli sert olmaktan alıyoruz. İlkeli olmak görüşünün arkasında durup ondan edindiğin hayat bilgisiyle barışık olmaktır. Eğer bunlarla barışık değilsen ilkeli olamazsın. İlkeli bir insansan, ‘bir gün ilkesiz davranabilirim’ korkusu da olmalı. İlkeli olmak senin kıblendir. Neye inanıyorsan ona sahip çıkmalısın. İlkeli olmak şu konu hakkında özel bir tavır değil, genel bir tavırdır. Konuya göre değişmez bu. Sanatın içine giren Nepotizm, maalesef sanatla uğraşan arkadaşlarımıza, içinde normal şartlarda ortaya çıkmayacak olan bir şeyi ortaya çıkardı. Normal tiyatro dünyasında bu hal ve hareketlerin ortaya çıkması pek de mümkün olmazdı. Siyasetin böylesine baş konuk olmadığı, siyaset yapanların rock star gibi davranmadığı bir ülkede mütevazilik olur. Bazı İskandinav ülkelerinin bir araya geldiği sofrayı gördünüz mü? Avrupa’nın bir öğrenci evi gibi olduğu bir ülkede oturup Avrupa’nın en büyük adası Grönland’ın bir meczup tarafından alınıp alınamayacağı tartışılıyor. Dünya’da bayağı takip ettiğimiz başka dillerle yazılar ve sosyal medya paylaşımları da var. Bunları da takip ediyoruz. Orada yazılanların altına gelen yorumlardaki kişileri bir daha hiçbir şekilde görmeyeceğimiz bir kısa ilişkiye giriyoruz. Kim bu, kim bunlar? O insan kim? Sizinle ilgili herhangi bir yorum yapan kişiyi tanıyor musunuz? Bu insan sabah kalkıp ne yaptığını biliyor musunuz? Herkesin sosyal medyada bir şeyler yazacak telefonu var. O telefonu olmayanlar üniversiteye kayıt yaptıramıyor, başvuru yapamıyor. Analog telefonla zamanı yakalabiliyor musunuz? Günümüz dünyasında analog telefonu olan var mı? Sosyal medyada sana o mesajı atan kim? hangi okula gitti, anası babası onu nasıl yetiştirdi hiçbirini bilmiyorsunuz. O size yazılan üç satırlık yorumdan onu çıkartmak zorundasınız. Herhangi biri sosyal medyadan küfrediyor ya da bir şeyler söylüyor. Size sosyal medyadan küfredecek kişi, genellikle ilk kelimesinde kendini belli eder. Genelde ‘lan, levo, bana bak, şşş, terör sevici, akıllı ol’ gibi başlangıç kelimeleriyle hemen kendini belli eder. Benim de bu şahıslara ayıracak vaktim yok. Ben bu şahısları anında tanırım. Okumama da gerek yoktur. Avatar dediğimiz şahısların fotolarından hemen anlarım. Ya da taptığı, müridi olduğu şahısların fotoğrafını profillerine koyarlar. Sizler de sosyal medyada beni bir yere koyuyorsunuz. Bu yorumu atan kişiye karşılık olarak ne dedi diye düşünüyorsunuz. ‘Yıllardan beri şunları söyleyen o ünlü, bugün ne diyecek’ diye merak ediyorsunuz. Ahlak ve ilk gibi şeyler, sizde yoksa veya azsa, hemen çuvallıyorsunuz. Twitter, bu şahısların kelime haznelerini çoğalttı. Bunlar tek haneli zekaya sahip. Onları aşağılamak için söylemiyorum. Bu bir durum tespitidir. Aklı başında birinin böylesi bir yorumu yapması mümkün değildir. Belli ki genetikle, beslenmeyle ilgili bir şeylerin olduğunu onların. Körün gözü açılır diyorsunuz, ama hala bu durumun üzerine gidiyor. Ülkenin çoğu, kendilerine gönderilen güzellikleri görmüyor ve kabul etmiyorlar. Ülkenin bu kadar kötüye gidiyor olması, hukukun bitiriliyor olmasındandır. Hukuk senin ve benim için de var. Bunları algılamayan insandan nasıl bir yaşam pratiği bekleyebilirsiniz ki? Yaşama nasıl bir katkısı olmasını bekleyebilirsiniz ki? İnsanlar çöpten ekmek toplarken meczup emekli amcanın 5evi var hepsinin, biliyorum. Hacıyım diyor, güvenin bana diyor. Bunu söyleyebilmek için yaşadığın toprağa, ülkeye yabancı olman lazım. Bakıldığında yabancı olan biziz, onlar gibi konuşmuyoruz diye. Biz elitiz, onlar vatanseverler.”
Siyaset dışı alanlarda da yoğun bir kutuplaşma ve futbol fanatizmini anımsatan bir dil var. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
“Fanatizm bir hastalıktır. Size verilen bir pozisyonun penaltı olduğuna inanamamanızla sizin aleyhinize Can Atalay’ın içeri atılmasıyla ona göstereceğimiz tepki arasında fanatizm diye bir şey olamaz. Nice tanıdığım fanatik arkadaşlarım var, tutukları takımlara karşı; ama o insanlara örneğin Can Atalay’ın içeriye atılması ve tutulmasındaki durumu anlatamazsınız. Ne meclis meclis gibi oldu. Saray’da birtakım kararlar alınıyor ve partinin de haberi yok. Bizleri aşağılayan, küfreden kişi; parti başkanı olarak mı bunu söylüyor yoksa cumhurbaşkanı olarak mı söylüyor biz bilmiyoruz. Vergi vermiyor musunuz? Devlette çalışanların maaşlarını biz ödemiyor muyuz? Bu beyefendileri hepimiz besliyoruz. Yahu böyle bir şey olabilir mi? Hepimizin vergileriyle bize yayın sunmak görebilen olan tırt (TRT), sizin mi o kanal? Bize sövmeyi geçtim, yayınlara ve kalitesine bakın. Neden TRT WORD veya TRT Kürdi açıp izlemiyorsunuz? Bu kanalların toplumda en ufak bir saygınlığı veya güvenirliği var mı? Parasını her ay biz veriyoruz?”
Muhafazakarlık, ‘Kültürel İktidar’ meselesinde yol kat etti mi? Hükümetin bu konudaki yoğun çabası size göre başarılı bir sonuç verecek mi?
Böyle bir iktidarda kültür çıkarabilir mi? Kültür ve sanat dediğiniz şey, vicdanı, akılları hür insanlar tarafından yapılan bir şeydir. Bunların hangisinin fikri, vicdanı hürdür?
Muhafazakâr popüler kültür ürünlerinde yeni bir tarih yazımı uzun süredir dayatılıyor. İktidara yakın TV kanallarını, sinema ürünlerini ya da platformları takip ediyor musunuz?
“Ben biraz futbol ve basketboldan hoşlanan biriyim. Olimpiyat da buna dahildir. Aklınıza gelebilecek tüm spor dallarına yakınım ve izlerim. Bazen onlarla ilgili maçlar olduğu zaman Tırt (TRT) veya başka bir kanal veriyor, eğer ulaşılabilir bir kanal veriyorsa ve onu Tırt’dan izlemek zorunda kaldığımda, bazen de şahane bir yorumcunun sesini de olabildiğince kısıyorum, bazen maç efekti açtığım da oluyor, onun üzerine izliyorum. Kendimi de reklama maruz bırakmıyorum. Onların düştüğü duruma kimse düşmesin. Açık açık söylüyorum. 50. yılından beri içinde olduğum bu Cumhuriyet, 100. yılını aştı. Eğer bu dönemiyle hesaplaşmazsa önünde bir 100 yılı daha yok. Bakın bunu ciddi söylüyorum. Açıkça söylüyorum. Yüzleşme ve hesaplaşma olmalı. Bu 25 yıllık mevzu değil. Bu çok daha derin bir süreç. Ya bunları akıl, mantık, fikir, vicdan boyutunda çözeceğiz ya da önümüzde bir 100 yılımız daha olmayacak. Bu hesaplaşma lafı, ‘rövanş’ gibi bir şey değil. Bu hesaplaşma hukuksuzlukla ilgilidir. Kimsenin başka bir partiye oy vermesi, onu suçlu yapmaz. Hırsızlık, hukuksuzluk, azmettirmek, cinayet insanı suçlu yapar. Bunlara karışmamış insanların hiçbir şeyden korkmasına lüzum yok.”
Sevilen bir televizyon dizinin başrol oyuncusuydunuz. Daha sonra politik tavrınızla da bilinir hale geldiniz. Siz bu yolculuğu nasıl yorumlarsınız? Göz önünde olduğunuz zamanlardaki şöhreti ve o hayatın getirilerini özlediğiniz oluyor mu?
“Aslında biz unutulan bir akrabalığı canlandırıyoruz. 1980 öncesindeki 1 Mayıs kutlamalarında sinema emekçilerinin ne kadar çabaladığını hatırlayın. ‘Tonton Dede’ olarak tanımlanan Hulusi Kentmen’lerin, o yakışıklı jön olarak bilinen Tarık Akan’ların, ‘Adile Teyze’, ‘Adile Anne’ dediğimiz Adile Naşit’in ellerinde taşıdıkları dövizleri hatırlayın. Yani burada sanki biz bir anda ortaya çıkmış ve ülkeyi karıştırmak için çalışan birtakım simalarız havası yaratılıyor. Hayır, içimizde de bizlerle aynı dünya görüşünde olmayan meslektaşlarımız var. Bunlar bizi sınıf arkadaşlarımızdan da oldu. İleride meslektaşlarımız da oldular. Bir arada mesleğimizi icra ediyoruz ve kartlarımız da açıktır. Mutlak mesleğimiz gereği ortak noktada buluşuruz. Bunu atlamamak gerekiyor. Bizim mesleğimiz her zaman politik bir iştir. Yanlış giden bir şeyler var. Yanlış giden şeyleri söylemek istediğinde ve buna sebep popülerliğinden bir şeyler gidecekse orada bir faşizm var demektir. Ben bunun hesabını yapmadım. Yaptığım iki hesap var. O da iki oğluma daha iyi bir ülke bırakabilmek için sesimi duyurabileceğim herkese ulaşamaya çalışıyorum. 12 yıldan beridir ekmeğimle oynuyorlar. Ben bu halde çalışmaya ve yaşamaya tutulmaya çalışıyorum. Hayatımın bakış açısında bir bedeli ödemek umurumda bile değil. Eğer siz ödediğiniz beledin hesabını kapatmışsanız, onların artık o saatten sonra neye inandığı ve ne söylediğinin önemi olmuyor. Bende de öyle bir durum var. Yaşadığım sürece kim olursa olsun, karşımda biri varsa hayatımı etkileyen kararlar alıyorsa, onu eleştiririm. Çünkü ben de çocuklarımı okula gönderiyorum. O fakirlik benim için de fakirliktir.”
Türkiye’de ve dünyada bir felaket olduğunda bundan en başta sanatçılar etkileniyor ve önce kültür sanat etkinlikleri sekteye uğruyor. Bu nasıl değişebilir?
“Deveye demişler, ‘boynun neden eğri’, demiş, ‘nerem doğru’. Sanki biz çok mükemmel bir ülkede yaşıyoruz da sanatta ya da tiyatroda problemler var. Yok yani bu çark öylesine bozuldu ki sağlam dişli de kalmadı. Yaşamaya, var olmaya ve mesleki bilgi ve birikimimizi bir sonraki jenerasyonlara aktarmaya çalışmaktan başka yapacak pek bir şey kalmadı. Çünkü bu haldeki bir ekonominin, kötü gidişin şehirleri nasıl etkilediği anladığım kadarıyla büyükşehir belediyelerinde en net şekilde görülüyor. Devlet belediyeyi çalıştırmamak için elinden geleni yapar mı ya hu? Böyle şey olur mu, dünyanın neresinde bu görülmüş? Bunu insanlar nasıl hazmediyorlar? Tanıdığınız, bildiğiniz ve hiçbir suçu olmayan insanların 15’er 20’şer yıl hapis cezası almasını nasıl hazmediyorsunuz? Kanıtlanmış hiçbir suçu olmayan bu insanların ailelerinden koparılmasını bu toplum nasıl hazmediyor? Artık üstümü başımı yırtacağım, böyle şey olur mu? Delirelim diye bunu yapıyorlar. Delirelim, canımızdan geçelim, sokaklara atalım kendimizi diye bunu yapıyorlar. Ben dünyanın hiçbir yerinde bu kadar yılışık, şımarık ve kötücül bir yönetim görmedim. Bunda payı olan herkese yazıklar olsun. Bu toplumu ekonomik anlamda, kültür ve sanat anlamında bu hale getiren herkese yazıklar olsun.”