6 Mayıs sabahı, bir ülkenin en inançlı evlatları darağacına yürüdü. Deniz Gezmiş, genç yaşında, yalnızca bir devrimin değil, özgür bir ülkenin hayalini omuzlarında taşıyan bir öncü isimdi. O sabah, bedeninin her adımında, ardında suskun bir halkın yüreğinde yankılanan bir yalnızlık vardı. O an, bir kuşağın cesareti, adalet özlemi ve insan onuruna bağlılığının simgesi oldu. İdam sehpasına doğru attığı her adım, sadece bir insanın değil, bir halkın toprağına düşen, bir ömrün çeyrek asırlık bir mücadelesinin yankısıydı. Yıllar sonra, Deniz’in yol arkadaşlarından biri, Avukat Metin Cengiz, Bursa Cezaevi’nin duvarları arasında paylaşılan umutları, dostluğu ve inancı anlatıyor. Bu, bir gençliğin devrimci ruhunu ve uğruna can verilen bir ülke sevdasını yeniden yaşatan bir tanıklıktır.
Devrimci ruh, tarihe kazınan ad: Deniz Gezmiş
79 yaşındaki Avukat Metin Cengiz, bir avuç gencin özgürlük hayalleriyle büyüttüğü büyük direnişi, parmaklıklar ardında bile sönmeyen umutları Deniz Gezmiş’i ve 68 Kuşağının cezaevi günlerindeki mücadele ruhunu İz Gazete muhabiri Semra İğtaç’a anlattı. O, bir dönemin sadece tanığı değil, aynı zamanda yaşanmış bir belleği:
68 kuşağının devrimci isimleri Deniz Gezmiş ve Cihan Alptekin’le cezaevinde geçirdiği günleri, dostluklarını, umutlarını ve hayallerini birebir yaşadı. Cengiz’in anılarında yalnızca kişisel bir hatırat değil, aynı zamanda Türkiye’nin politik tarihinde unutulmaz bir dönemin canlı şahitliği de var.
İlk buluşma: Bursa Cezaevi’ndeki karşılaşma
1970’lerin başı. Filistin’den dönen Deniz Gezmiş ve Cihan Alptekin, İstanbul’da yakalanarak Bursa Cezaevi’ne gönderildiğini öğrenen, üniversite öğrencisi Metin Cengiz, savcı olan abisinin yanına gitmişti.
Deniz ve Cihan’ın kulağı, savcının kardeşinin sağcı mı solcu mu olduğuna dair haberlerdeydi. Cengiz koğuş kapısından içeri girdiğinde, sınıf arkadaşı Cihan Alptekin onu görünce boynuna sarıldı:
“Ulan, sen miydin? Savcının kardeşi sen miydin? Biz de kendi aramızda araştırıyorduk; savcının kardeşi kim, faşist mi, devrimci mi diye… Meğer senmişsin!” dedi. Deniz. Bir anda sevindi, sarmaş dolaş olduk. Deniz Gezmiş’le fiilen tanışmamız, bir mapushane hücresinde işte böyle oldu. Burası, Bursa Hapishanesi’ydi; Nazım Hikmet’in, Ressam İbrahim Balaban’ın yıllar önce kaldığı yer…”
…Aslında her ikimiz de hukuk fakültesi öğrencisiydik. Ancak aynı sınıflarda okumadık; bizim öğrenci numaramız tek olduğu için sabahçıydık, Deniz’in numarası çift olduğu için öğlenci. Yine de fakültede öğrenci olayları ve işgaller sırasında Deniz’i hep görürdük; her zaman en önde olurdu.
Bizim sınıfta Cihan Alptekin vardı; o da benim yakın arkadaşımdı. Okul koridorlarında bol bol politik tartışmalar yapardık. Cihan, Deniz Gezmiş’in hem en iyi arkadaşıydı hem de örgütsel, ideolojik ve kişisel dostlukları ölümüne kadar sürdü. Bugünün gençlerinin deyimiyle, onlar kankaydılar. Biliyorsunuz, Cihan Alptekin de Kızıldere’de öldürüldü. Denizlerin idamını önlemek amacıyla Amerikalıları kaçırmışlardı.
O dönem üniversiteler oldukça özgürdü. Çünkü 1961 Anayasası yürürlükteydi ve üniversiteler özerkti. Polis, üniversitenin kapısına kadar gelir ama rektör talep etmedikçe içeri girmezdi. Öğrenciler, üniversite içinde eylem ve aktivitelerde özgürlerdi. Mahkemeler de bugünkünden çok daha bağımsızdı. Öğrenci olaylarından dolayı pek az öğrenci tutuklanırdı, tutuklansa bile kısa sürede salıverilirdi.
Başlangıçta hem eylemler masumdu hem de öğrencilerin talepleri haklı taleplerdi. Ancak süreç, devrimcilere karşı sağcıların, faşistlerin ve derin devletin gözetimi altındaki grupların silahlanıp devrimcileri öldürmeye başlamasıyla değişti. Bugün artık herkes hatta o dönem ülkücü saflarda olanlar bile o dönemde yaşananların arkasında Kontrgerilla’nın, Özel Harp Dairesi’nin ve dolayısıyla Amerika’nın olduğunu kabul etmektedir.
Deniz, Cihan Alptekin ve şu an hangi suçtan olduğunu tam hatırlayamadığım diğer tutuklularla birlikte cezaevindeydi. Ancak Deniz’in bu tutuklanması, Filistin kamplarında eğitim aldıktan sonraki bir döneme rastlar. Cezaevinde birlikte çekildiğimiz fotoğraflarda giydiği gerilla elbisesi de Filistin’den getirdiği üniformadır. Belki de bu nedenle tutuklanmıştı.
Tutuklandıktan sonra, İstanbul’dan uzaklaştırmak amacıyla Deniz’i Bursa Cezaevi’ne gönderdiler. Bunu gazetelerden öğrenir öğrenmez, hemen apar topar Bursa’ya gittim.
Neden mi gittim? Çünkü Bursa Cezaevi’nin savcısı benim ağabeyimdi. Aynı zamanda beni üniversitede okutmuş olan abim. Cihan benim arkadaşımdı, Deniz Gezmiş ise Deniz Gezmiş’ti… Cezaevinde böyle devrimci gençler yalnız bırakılır mıydı? İki kişilik sade bir koğuşta kalıyorlardı. Eşyaları yok denecek kadar azdı; ortam, devrimci sadeliklerini yansıtıyordu.
İlk içki anısı: Votka, çerez ve dostluk
Metin Cengiz zaman zaman onların koğuşunda kalıyordu. Bir gün cebine votka, meyve suyu ve biraz çerez doldurup doğrudan koğuşa gitmişti. Savcı kardeşi olduğum için arama yapılmıyordu. O gece votkayı meyve suyuyla karıştırıp içmişlerdi.
“Kafayı bulduk, şişeleri Cihan tuvalette küçük parçalara ayırıp lavabodan attı.”
Belki de Deniz Gezmiş ve Cihan Alptekin’in cezaevinde içtiği ilk ve son içkiyi birlikte paylaşmışlardı.
“Tabii ben tutuklu değildim; özgür biriydim. İstediğim zaman cezaevinden çıkabiliyordum. Onlarla birlikte cezaevi yemeği de yedik, dışarıdan kebaplar da getirttik; birlikte sofralar kurduk; Kimse bana hesap sormuyordu ki.”
Bir bakışıyla yüreklere cesaret veren devrimci: Deniz Gezmiş
“Deniz’i bir kez gören zaten unutamazdı. Uzun boylu, dalgalı saçlı, öyle dimdik bir duruşu vardı ki, daha yürürken bile arkasından bir cesaret dalgası yayılırdı. Ama en çok gözleri… Öyle derin, öyle insanı içine çeken gözleri vardı. Konuştuğunda sadece bir dava anlatmazdı bize; yaşamak nasıl bir şeydir, dostluk nasıl olur, insan insanı nasıl sever, onu da anlatırdı. Hücrede bile tartışmayı, fikir üretmeyi öyle severdi ki, o soğuk duvarlar bile onunla ısınırdı sanki. Deniz’le yan yana olduğunda sadece bir devrimciyle değil, aklı pırıl pırıl bir gençle omuz omuza olduğunu hissederdin. İşte liderlik de buydu; korkusuz, sıcak ve bambaşka bir insandı Deniz
O, bulunduğu her ortamda doğal bir liderdi. Boylu poslu, karizmatik, neşeli bir gençti. Sadece cesaretiyle değil, gülümsemesi ve insani sıcaklığıyla da çevresini etkiliyordu.
“Her olayın en önünde olurdu. Tutuklansa da neşesini kaybetmezdi.”
Fıkra anlatır mıydı, hatırlamıyordu; ama uzun sohbetler, politik tartışmalar eksik olmazdı. Üniversite yıllarında birçok kez tutuklanıp kısa sürede serbest bırakılmıştı; fakat Filistin dönüşü ve THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) örgütlenmesi oluşturmaya çalıştıklarında durum değişmişti. Yine de cezaevinde, hem ziyaretçi açısından hem de haberleşme bakımından oldukça rahattılar.
Denizleri ziyarete gelen birçok kişinin, 12 Mart 1971 darbesinden sonra “arananlar” listelerinde fotoğrafları yayımlandı. Ağabeyim, yani cezaevinin savcısı, bir CHP’liydi. Denizlere sempati duyan, devrimcilere sıcak bakan bir insandı. Üstelik Denizler benim arkadaşlarımdı. Bu nedenle savcının odasında, Denizlerle sık sık uzun sohbetlerimiz olurdu.
O zamanlar cezaevinde çekildiğimiz fotoğrafların bir gün bu kadar kıymetli ve anlamlı olacağını da hiç aklıma getirmezdim.
1970 darbesi olduğunda, okul bitmişti ve ben avukatlık stajına başlamıştım. Bu süreçte Denizler, THKO’yu kurarak silahlı mücadeleye başlamışlardı. Bir gün, Hürriyet gazetesine baktım: Koskoca bir fotoğraf! Bursa Cezaevi’nde çekilmişti. Ben, Cihan Alptekin ve Deniz bir aradaydık. O fotoğrafı Cihan’ın evinde bulmuşlar, gazeteye basmışlardı.
68 kuşağı: bir başka gençlik
O dönemki gençlik, bugünkü algıların ötesinde bir kimliğe sahipti.
Yalnızca bireysel özgürlükler değil; halkların kurtuluşu, bağımsızlık, dünya devrimi gibi büyük idealler peşindeydiler.
“68 Gençliği bambaşkaydı. Herkes türkü söylerdi, umut vardı. Cep telefonu yoktu, ses kaydı yoktu. Keşke kayıt alsaydık.”Politik hayalleri konuşuyorlar, savaş planları yapıyorlardı. Hayalleri, ülkenin geleceğini değiştirmekti.
Filistin teklifi ve reddedilen bir yol
Deniz, Metin Cengiz’e bir gün şöyle demişti: “Hadi Metin, seni Filistin’e gönderelim. Gitmek ister misin?” Fakat Metin üniversitenin son sınıfındaydı. Savcı abisinin desteğiyle okuyor, mezun olmak istiyordu. Teklifi kibarca reddetti:
“Deniz Gezmiş, beni de Filistin kamplarına göndermek istemişti. Ancak ben, okulu bitirmek zorunda olduğum için bu cesareti gösteremedim; Filistin kamplarına gitmeyi kabul edemedim. Şimdi düşünüyorum da, gitseydim hayatım nasıl şekillenir, nasıl bir yol izlerdim, bilemiyorum.”
Bursa Cezaevi’nde isyan: gerçek ne?
Bursa Cezaevi’nde kaldıkları sırada, Hürriyet Gazetesi büyük bir manşet attı:“Deniz Gezmiş Cezaevinde İsyan Çıkardı!” Gerçek ise bambaşkaydı: Adi suçlulardan bazıları isyan çıkarmış, savcıyı cezaevi kütüphanesine kilitlemişti. Deniz’in olayla hiçbir ilgisi yoktu. Aksine, Deniz savcıyla çay içecek kadar iyi ilişkiler kurmuştu. “Deniz, olay çıktığında dışarıdaydı. Sonra gazetelerde bir yalan rüzgârı esti.”
Sadece politik değil, bir hayal kuşağı
O gençler sadece politik adamlar değildi. Hayalleri büyüktü, ülkelerini özgür ve adil bir yere dönüştürmek istiyorlardı. Sohbetlerinin her satırı politikanın ve halkların kurtuluş umudunun izlerini taşıyordu.
1966’da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne başladım.
O yıllarda Türkiye, gerçekten çağdaş ve özgürlükçü bir ortam sağlayan 1961 Anayasası ile yönetiliyordu. Üniversiteler özerkti; polis, şimdi olduğu gibi her fırsatta üniversitelere girip öğrencilere müdahale etmezdi. Rektörün izni olmadan üniversite kapısından içeri giremezlerdi.
Bu özgürlük ortamı, doğal olarak, ülkede yoğun bir fikir hareketliliği yarattı. Daha önce yasaklı olan sol yayınlar serbestçe basılmaya ve yayılmaya başladı. Gençlik, bu yeni ortamda hızla sol kültürle tanıştı. O dönemin gençleri gerçekten çok okuyan, ülke sorunlarını düşünen, sorgulayan ve isyancı bir ruha sahipti.
Fakültedeki ilk yılımda hemen bir boykotla karşılaştık. Daha demokratik bir üniversite, daha çağdaş bir öğrenci yönetmeliği ve öğrencilerin yönetimde söz sahibi olması gibi taleplerle boykotlara katıldık. Ertesi yıl İstanbul Üniversitesi öğrencileri tarafından tamamen işgal edildi. Bir hafta boyunca üniversite çatılarında elimizde molotoflarla nöbet tuttuk. Beyazıt Camii’nde toplanan gerici gruplardan bir saldırı bekleniyordu. Günlerce rektörlükteki koltuklarda yatıp kalkarak işgali sürdürdük.
Bu süreçlerde Deniz Gezmiş her zaman en ön saflarda yer alıyordu. Okul koridorlarında sağ-sol tartışmaları yapardık. Gerek fakülte işgallerinde, gerek öğrencilerle gerici gruplar arasındaki çatışmalarda, gerekse polis müdahalelerinde Deniz her zaman en önde yürüyen, en cesur davranan isimdi.
Unutulmayan anılar ve Demirel’e mektup
Deniz Gezmiş’in babasının, dönemin başbakanı Süleyman Demirel’e yazdığı mektup ise hâlâ hafızasında. Oğlunun Bursa Cezaevi’ne gönderilmesi üzerine derin bir endişeye kapılmıştı. Çünkü o yıllarda, siyasi cinayetler sadece sokaklarda değil, cezaevlerinin demir kapıları ardında da işlenebiliyordu. Bir baba, yüreğindeki korkuyla kaleme sarıldı ve devlete şu soruyu sordu: “Oğlumu öldürmek için mi oraya gönderdiniz?” Bu sözler, yalnızca bir evladın değil, bir dönemin en yiğit gençlerinin üzerine çöken ölüm tehdidinin, bir babanın çaresiz isyanıydı.
Bursa Cezaevi’nde çekilmiş bir fotoğraf vardı. Deniz’in bir yanında ben, diğer yanında ‘Ayı Mustafa’ lakabıyla anılan adi suçlardan hükümlü bir mahkûm duruyordu. Yanımızda Cihan Alptekin vardı.
Deniz, hiçbir tereddüt göstermeden Ayı Mustafa’nın omzuna kolunu atmıştı. Belki dışarıdan bakıldığında basit bir an gibi görünüyordu. Ama bizim için o kare, sınıfsız, sömürüsüz bir dünyanın hayalini somutlaştırıyordu. Orada kimsenin geçmişi, suçu ya da unvanı önemli değildi. İnsan olmak yeterliydi. Deniz’in o küçücük ama derin hareketi, bir ömrün ideallerini tek bir kareye sığdırıyordu. O fotoğraf, sadece bir anı değil; eşitliğe, özgürlüğe ve insana olan sarsılmaz inancın bir yansımasıydı.
Deniz Gezmiş nasıl bir insandı?” derseniz…
O, sadece ve sadece ezilen, sömürülen halkını düşünen, bu uğurda yaşamını ortaya koymuş katıksız, tavizsiz bir devrimciydi. Sosyalistti, komünistti. Lider ruhlu, yiğit, korkusuz ve atak bir insandı. Hiçbir olayda geri planda göremezdiniz onu. Öğrencileri çok iyi ajite ederdi. Deniz okula geldiğinde, devrimci öğrencilerin içinde adeta bir ateş yanardı. Heyecan ve umut yükselirdi.
Deniz’le tanışmış olmaktan dolayı kendimi her zaman çok şanslı hissettim. Türkiye’nin yiğit devrimcisini, potansiyel bir Che Guevara’sını, ileride efsane olacak bir insanı tanımak az buz bir şey değildi.
Cezaevinde birlikte türkü söylediğimiz o gece, benim için unutulmaz bir dostluk anısı olarak kaldı. Aradan yıllar geçti ama Deniz Gezmiş’in idamı hâlâ içimde kapanmayan bir yara.
Çok üzülmüştüm… Yıllarca onunla ilgili bir satır bile okuyamadım.
Deniz’i idam ettiklerinde ben Tuzla’da yedek subaydım. Sevdiğin bir devrimci darağacına götürülüyor ve sen elinden hiçbir şey gelmeden izliyorsun… O çaresizlik, o ağır üzüntü tarif edilemez. Canlı olarak tanıdığın, ‘yoldaş’ dediğin bir insanın idam edilmesi, insanın ruhunda derin bir iz bırakıyor. Üstelik biz yaşıyoruz, onlar o gençlik çağlarında öldüler. Bu gerçek, bizleri yıllar boyunca bir suçluluk duygusuyla yaşattı. Onların yokluğu, bizim nefes alışımızda bile ağır bir vicdan azabı bıraktı.
Bugün baktığında, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yalnızca birer insan değil, birer umut simgesi olduklarını düşünüyor:
“Cezaevinde, Deniz günlerini İngilizce çeviriler yaparak geçiriyordu. O günlerden geriye, onun ellerinin izini taşıyan bir İngilizce-Türkçe sözlük kaldı.”
İdamdan sonra Metin Cengiz’in ellerine emanet edilen bu sözlük, hâlâ evinin en sessiz köşesinde saklı duruyor.
Ama geride kalan yalnızca bir sözlük değildi; birlikte söylenen türküler, paylaşılan hayaller, duvarlara sinmiş kahkahalar ve asla solmayan bir kardeşlik duygusu da Deniz’le birlikte zamana meydan okuyordu. Bembeyaz saçlarının arasından parlayan mavi gözleriyle, uzaklara dalarak hafifçe başını eğiyor Metin Cengiz. Ve sessizliği yırtarcasına, kalbinin derinliklerinden bir fısıltı yükseliyor:
“Deniz bir taneydi… Gerçekten güzel bir insandı."