BÜLENT ŞIK* (İZ DERGİ SAYI: 30)

Yüzyılın en sıcak günü olarak kayda geçen 1 Temmuz tarihinde adalet yürüyüşüne Antalya’dan benim gibi barış bildirisi imzacısı oldukları için KHK ile işten çıkarılan arkadaşlarımla birlikte katıldım.

Amacım adalet yürüyüşüne barış talebimizi de katmak ve açlık grevindeki Nuriye Gülmen ile Semih Özakça'nın artık çok ciddi bir noktaya gelen sağlık durumlarına dikkat çekmekti.

Yürüyüşe sevgili kardeşim gazeteci Ahmet Şık’ın nezdinde tutuklu gazetecilerin durumuna dikkat çekmek için de katılmıştım.

TELEFON ENGELİ

İstanbul’dan gelen gazeteci arkadaşlarla buluşacak ve Sn. Kılıçdaroğlu ile bir görüşme yapacaktık. Ama sabah yürüyüşe katıldığım noktada telefon iletişimi yoktu; öğleden sonrasına kadar da herhangi bir arkadaş ile telefonla iletişim kurmak mümkün olmadı.

Telefon görüşmelerinin kasıtlı olarak engellendiğini düşünüyorum; pek çok insan gün boyu aynı sorunu yaşadı çünkü. Gazeteci arkadaşlarla iletişim kuramadığım için buluşamadım ve Kılıçdaroğlu ile yapılacak görüşmeye de gidemedim. “Dışarıdaki Gazeteciler İnisiyatifi”nden sevgili Elif Ilgaz ve Hilmi Hacaloğlu görüşmeyi gerçekleştirdi ve hem tutuklu gazetecilerin durumuna ve hem de 24 Temmuz’da İstanbul’da Çağlayan adliyesinde görülecek Cumhuriyet Gazetesi davasının ilk duruşmasına katılım çağrısı yapma olanağını buldu.      

BARIŞ TALEBİ

Kısa bir süre Sn. Kılıçdaroğlu ile birlikte yürüdük.  

Kendisine adalet talebinin çok önemli olduğunu ama ülkemizin en önemli toplumsal sorunu olan Kürt meselesini çözmek için CHP’nin öncülük yapmasının önemini, adalet yürüyüşü ile dile getirilen siyasal taleplerin canlılığının mutlaka korunması gerektiğini, geniş bir toplumsal kabul görecek somut taleplere dönüşmesini ise çok önemli gördüğümü dile getirme fırsatım oldu.

NURİYE GÜLMEN VE SEMİH ÖZAKÇA

Yürüyüşe Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın artık geri dönüşsüz bir noktaya doğru giden açlık grevine dikkat çekmek için de katılmıştım. Ama bu konuda AKP hükümeti somut herhangi bir adım atmadı ve atmıyor.

Siyasal iktidar bu iki insanın ölümüne gözünü kapatmış durumda. Böyle bir tavır kabul edilemez diyoruz ama bu söylemimiz besbelli ki hükümet katında bir yankı yaratmadı, yaratmıyor ve yaratmayacak da.

Yüzü hayata değil ölüme dönük bir siyasal iktidar var işbaşında.

TUTUKLU GAZETECİLERİ KONUŞTUK VE TAHİR ELÇİ’Yİ ANDIK

Yürüyüş esnasında CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu ve Diyarbakır Baro Başkanlığı yaparken nasıl gerçekleştiği soruşturulamayan, karanlık bir cinayete kurban giden avukat Tahir Elçi’nin eşi Türkan Elçi ile karşılaştım. Konu tutuklu gazeteciler oldu. Geçmişten günümüze ne çok insanın adalet talebi ile içinin kavrulduğunu konuştuk. Kardeşim Ahmet’in yakın arkadaşı olan Tahir Elçi’yi andık.

Yürüyüşün ana talebi adalet olsa da sadece adalet talebi ile sınırlı bir toplumsal hareketliliğin zamanla adaletsizliği daha da pekiştireceği kaygısını taşıyorum. Adalet ve barış bir arada düşünülmesi, ele alınması gereken iki önemli mesele ülkemizde. Adalet sistemini düzeltme ve Kürt sorununu ve hatta Suriye’deki savaş sorununu barışçı politikalarla çözerek toplumsal barışı sağlama iddiası ile ortaya çıkamayan bir muhalefetin mevcut iktidarın yıkıcı politikaları karşısında durabilmesinin imkânsız olduğunu düşünüyorum.

YAS TUTMAK VE BİRBİRİMİZİ ONARMAK

CHP bu sorunu çözebilecek bir rol üstlenebilirse çözüm barış politikalarını gündeme sokabilmek olanaklı olabilir.  Barışçı bir çözüm politikasının hem ciddi bir toplumsal destek göreceğini ve hem de AKP nezdinde büyük bir panik yaratacağını düşünüyorum.

Sorunları dile getirme yollarının açılması ve yaşanan ortak acılara daha duyarlılıkla yaklaşan politikalar geliştirilebilmesi çok önemli. Yıllardır üzerimize boca edilen hâkim söylemin acıları değersizleştirmek üzerine kurulu olduğunu fark etmeliyiz. Bu söylemi şiddetle ve bıkmadan reddetmeliyiz. Kim olursa olsun mağduriyet yaşayan, şiddete maruz kalmış herkesi görüş alanına çıkarmak, yaslarına ortak olmak, dertlerini dert edinmek temel meselemiz olmalı. Bu politikanın bir karşılığı var. Bir hakikat ve adalet komisyonu vasıtasıyla geçmişte yaratılan bütün mağduriyetleri ortaya çıkarmalıyız. Önce susanları fark etmeli, seslerini duymalıyız. Belki böylece, yitip giden hayatları anneleri, babaları ve sevdikleri ile birlikte anmak; yaslarımızı birlikte tutabilmek mümkün olabilecek.

Barışmanın tek yolu birbirimizin yasına saygı gösterebilmek, beraber yas tutabilmek değil mi? Bu tutum gidenleri geri getirmese de kalanları onaramaz mı?

ADALET YÜRÜYÜŞÜ BİR UMUT DALGASI YARATABİLİR Mİ?

Adalet yürüyüşü bitti ve görüldü ki değişim imkânlarına işaret etmenin toplumsal bir karşılığı var. Siyaset geleceğe ilişkin gerçekçi umutlar yaratma sanatıdır; insanları her şeyin daha iyiye gitmesinin mümkün olduğuna inandırmadan siyasal bir seçenek oluşturmak mümkün değil.

Yapılacak çok şey var ve bu çerçevede mevcut siyasal durumdan rahatsız irili ufaklı pek çok bileşeni bir araya getirebilecek bazı somut hedefler koymanın çok önemli olduğuna inanıyorum. Örneğin özgürlükçü bir yeni anayasa taslağının ortaya konması tartışma yaratacak ve AKP’nin yıkıcı siyasal tavrına karşı yapıcı ve çok olumlu bir örnek teşkil edecektir. Kürt sorununa demokratik çözüm sağlayacak bir tartışma sürecinin yeniden başlatılması, parlamenter sistemin yeniden inşa edilmesi gibi somut hedefler CHP tarafından geniş bir toplumsal katılım sağlayacak şekilde formüle edilebilir ve edilmeli de. Bu toplum şiddete, acı ve yıkıma mahkûm değildir, mahkûm edilmemelidir. Barışı sağlamak mümkündür. Adalet ve toplumsal barış bir arada düşünülmelidir.

Üstelik sadece ülkemizde de değil; içinde yaşadığımız coğrafi bölgede barışı tesis edecek politikalar oluşturmak ülkemizin ve komşu olduğu diğer ülkeler için hayati önemde.

Meseleye sadece şimdiye kilitlenmiş bir bakış açısından değil uzun dönemli bir gelecek tasavvurunu manzaraya dâhil edecek bir çerçeveden bakabilmeliyiz. Peki nasıl?

IRAK, SURİYE VE BİZİ BEKLEYEN EKOLOJİK KRİZ…

İçinde olduğumuz süreç yakın bir gelecekte daha önce karşı karşıya olmadığımız büyüklükte toplumsal sorunları ortaya çıkaracak. Ve ne yazık ki parlamentoda temsiliyeti olan siyasi partiler ortaya çıkacak bu sorunları dikkate alan bir siyasal programa sahip değil.

Çok detaya girmeden sadece önümüzdeki 25-30 yıl içinde ortaya çıkacak ve ülkemizin içinde yer aldığı coğrafi bölgeyi derinden etkileyecek kuraklık sorununa işaret edeceğim. AKP iktidarı döneminde gerçekleşen ekolojik tahribatı ve olağanüstü boyutlardaki kimyasal kirlenmeyi anlatmak ise bu yazının sınırlarını çok aşacaktır.  

Irak o kadar uzun bir zamandan beri savaş koşulları altındaki ülkenin çok büyük bir kesiminin radyoaktif kimyasallardan, ağır metallere çeşitli toksik etkili kimyasal maddelerle kirlendiği ve olağan bir gündelik hayatın örneğin sağlıklı gıda üretiminin çok büyük ölçüde yapılamaz olduğu çatışmalar sona erdiğinde daha iyi anlaşılacak.

Benzeri bir süreç Suriye’de de yaşanıyor ve her iki ülke de barış sağlansa da toplumsal hayatı derinden etkileyecek ekolojik kirlilik sorunları uzunca bir süre devam edecek; üstelik iklim krizinin yol açacağı sorunların daha da derinleştiği zamanlarda…

BİRLİKTE YAŞAMAK YA DA…

Bu sorunlar ufak tefek sorunlar olarak görülmemeli. Kıtlık, kendine yetememe, göç ve göçmenlik durumu ülkemiz insanlarının da içinde yer aldığı en önemli toplumsal meseleler olacak yakın bir gelecekte. Açığa çıkacak dev sorunları nasıl çözebileceğimiz üzerine politikalar geliştirmeliyiz şimdiden.

Ya birlikte yaşamanın bir yolunu bulacağız ya da herkesi tüketecek, ciddi yıkıma yol açacak çatışma ve savaşlar içinde boğulacağız… Gidişat oraya doğru olsa da bu herhalde bir kader değildir. Çözüm yolları vardır. Ancak önce rejimi bir kurtaralım sonra çaresine bakarız şeklindeki bir düşünce tarzı büyük bir zafiyettir.

Bu zafiyet bir öngörüsüzlük ve yetersizlik durumuna işaret etmekten öte; ülkemizin içinde olduğu rejim krizinin gündemi sürekli işgal etmesi ile daha çok ve daha yakından ilgili.

Ama bu kısa yazıda bu konuları ele almak olanaksız olduğu için sadece şuna işaret etmekle yetineceğim: On yıllardır yaşanan ve hepimizi zaman zaman çaresizlik içinde bırakan şiddet ortamı toplumsal hayatımız üzerinde yıkıcı etkileri olan sorunları sürekli ötelememize, bir arada yaşama imkânımızı gün be gün ortadan kaldıracağı aşikâr olan meselelerin kolayca gözlerden kaçmasına-kaçırılmasına neden oluyor.

Çok daha basit bir örnek vererek söylediklerime açıklık kazandırmaya çalışacağım: Bu ülkede Kürt sorununa barışçıl ve demokratik bir çözüm bulunabilse biz hangi sorunları tartışıyor olurduk? Ya da bu sorunu çözemediğimiz için hangi hayati sorunları tartışamıyoruz?

Adalet ve barış meselesi en çok da bunlarla ilgili kanımca. Fernand Braudel tarihi olaylara uzun dönemleri ve çeşitli unsurları dikkate alarak bakmak gerektiğini; tekil olaylara değil, görece yavaş değişen ama birbiri ile ilinti içinde olup uzun vadede ciddi dönüşümlere yol açan olayları anlamanın, tasvir etmenin önemli olduğunu söyler. Sadece geçmişe değil geleceğe de aynı yöntemle bakmalı; bir gelecek tasavvuru içinde eyleyen siyasal özneler olarak sadece mevcut durumumuza dair sorunlar üzerinde değil bizi nasıl bir geleceğin beklediği üzerinde de düşünmeliyiz.

Üstelik yavaş yavaş da değişmiyor her şey… Dolayısıyla yazının başlığını oluşturan “Türkiye bu yüzyılın sonunu görebilecek mi?“ sorusu üzerinde düşünmeye değer bir soru.

*Tutuklu gazeteci Ahmet Şık’ın ağabeyi / Akademisyen

Editör: Haber Merkezi