Eylül geldi mi içimiz kıpır kıpır olur. Kavurucu yaz sıcakları yerine serin sonbahar esintileri geldiği için değil tabii. O yürek kıpırtısının sebebi başkadır. Ağustos rüzgârlarıyla gürleyip şahlanan ve 9 Eylül’de İzmir’de taçlanan o destansı coşkuyla dolup taşarız. Pek az ulusa nasip olan bir kurtuluş öyküsüne sahip olmanın gururuyla eylül ayını gerçek bir anımsama ve kutlama şenliğine çeviririz. Ne mutlu ki bu yıl eylülümüz daha da görkemli oldu. Çünkü Ulusal Kurtuluş mücadelemizin yüzüncü yılını yaşıyoruz.

Bu coşku hepimizde farklı bir hisle büyüyor, genişliyor. Örneğin ben kendi adıma ‘Kurtuluş’umuzun coşkusunu sinemanın ve müziğin refakatinde yaşıyorum. Aklımdan hiç çıkmayan, her 9 Eylül’de hasretle an(ımsa)dığım bir sahne var: Ziya Öztan’ın 1994’te o zamanki TRT için çektiği Kurtuluş dizisinin finalinde İzmir’e giren ordumuz tek katlı, muhteşem evlerin, yalıların önünden gururla geçerken, yıllarca süren savaşların ve işgalin yorgun düşürdüğü, kederli halk; alkışlarla, sevinç nidalarıyla onları selamlıyor. Bu sahnenin yarattığı coşkuyu unutmak mümkün mü? Bu diziyi ilk izlediğimde daha ortaokuldaydım ve ancak eski belgesel görüntülerinden ve ne yazık ki büyük ölçüde sönük anlatılan tarih derslerinden bildiğimiz o büyük olayı, kanlı canlı, görkemli biçimde izlemek müthiş heyecanlandırmıştı beni. Sinemanın tarihsel bilinç yaratmada tartışmasız bir gücü var. Atatürk de müthiş öngörülü bir lider olarak sinemanın bu gücünün farkındaydı. Genç Cumhuriyet’in yükselen varlığında birbiri ardına gerçekleşen devrimler ve yenilikler arasında sinemanın gelişmesi için de çalışmıştı.

Peki sinemamız, özellikle de Atatürk devrinden sonra, bu konuda üzerine düşeni yeterince yaptı mı? Açıkçası bu soruya gönül rahatlığıyla ‘evet’ demek pek mümkün değil. Maalesef bu ulusun yaşadığı en büyük serüveni ve dünyanın görüp görebileceği en muhteşem lideri anlatmak konusunda bizim sinemamız biraz çekinik kaldı, çoğunlukla el yordamıyla bir şeyler denedi, denemeye çalıştı.



DERGİNİN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ



Daha Kurtuluş Savaşı’nın etkileri sürerken 1930’ların sonuna dek birkaç film çekilmişti aslında fakat yaşanan olayların canlı tanıkları hayatta olmasına rağmen birtakım sebeplerle bu filmlerin arkası gelmedi. Bu filmler de her nasılsa kurtuluş günlerinin hafızası tazeyken ulusal mücadeleyi kapsayıcı nitelikte, geniş ve görkemli olamadı. Oysa Atatürk, 1930’ların başında Milli Mücadele dönemini anlatan bir film yapılmasını istemiş ve böyle bir girişimde seve seve rol alacağını belirtmişti. Bununla ilgili şu olay nakledilir: Mustafa Kemal, Fuat Uzkınay’ın 1922’de İstiklâl Harbi sürerken Kemal Film adına Anadolu’ya geçerek çektiği görüntülerden hazırladığı Zafer Yollarında adlı belge filmi 1930’larda yeniden izleyince eksik bulmuş ve genişletilmesini istemişti. Atanan kurul, Uzkınay’ın çektiği 3 bölümlük yapıyı ek çekimler, yeni belge ve bilgilerle 12 bölüme tamamlayacaktı. 1937’de Trakya manevraları sırasında genişletme çalışmalarını yürüten ekipte yer alan Nurettin Baransel, kendisine ait sahnelerin çoğunun hareketsiz resimlerden oluştuğu için filmin tamamlanamadığını söyleyince Ata şu unutulmaz sözleri sarf etmişti: “Ben hayattayım. Mili Mücadele’ye ait bütün evrakım, kılıcım, çizmem hâlihazırda mevcut olduğuna göre çağırdığınızda bana düşen vazifeyi yapmadım mı? Bu milli bir vazifedir. Çünkü Türk gençliğine bu mücadelenin nasıl kazanıldığını ispat etmek, hatırda bırakmak ancak bu filmle mümkün olacaktır.”

Zafer Yollarında, İstiklâl adıyla daha geniş bir belgesel hâline getirildi fakat Atatürk’ün bizzat rol alacak denli şevkle sinemaya destek verme arzusu, sağlık sıkıntıları baş gösterdiği için gerçeğe dönüşmedi, belgesel de tam olarak istediği gibi olmadı. Aslında Mustafa Kemal için kendi hikâyesinden çok ulusun kurtuluş mücadelesi önem taşımaktaydı. Bu sebeple genç Cumhuriyet’in yükselişini konu alacak belgesel film tekliflerine öncelik veriyordu. Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında çekilen belgelerden 1930’lar boyunca çeşitli vesilelerle belgesel filmler üretildi. Örneğin Cumhuriyet’in 10. yılı nedeniyle Kurtuluş Savaşı görüntüleri yeniden kurgulanarak büyük bir film yapma çabasına girişilmişti ve iki Sovyet yönetmeni Serge Yutkeviç ve Lev Oskaroviç; Reşat Nuri Güntekin, Fikret Adil gibi yazarların yer aldığı bir kurulla iş birliği yaparak Türkiye’nin Kalbi Ankara (1934) belgeselini gerçekleştirdiler.

Atatürk’ün bu hususta dünya liderlerine örnek olacak, hassas bir tutum sergilediğini de unutmamak gerek. Hayattayken gerçekleşmesini çok arzuladığı bir film projesi daha vardı. Bu konuyu konuşmak üzere o sırada Milli Musiki ve Temsil Akademisi’nin hazırlıklarıyla meşgul olan Münir Hayri Egeli’yi Köşk’e çağırdı. Yabancı bir film şirketinin Türk inkılâbı hakkında film yapmak için kendisine mektup gönderdiğini, bundan çok memnun olduğunu ancak inkılâba dair film yapmanın öncelikle kendilerinin işi olması gerektiğini söyledi. Egeli’ye bu konuda bir senaryo yazma talimatı verdi. Üstelik bir hikâye de tasarlamıştı ve öykünün biçimi üzerinde düşünmüştü. Egeli’nin aktardığına göre filmde bir öğretmen, öğrencilere Milli Mücadele’yi anlatırken sürecin başına gidilecek ve Gazi’nin hikâyesi öğretmenin gözünden geri dönüşlerle anlatılacaktı. Atatürk senaryo çalışmasını yakından takip etmiş ve her seferinde yeni notlar eklemişti. Son hâlini Fevzi Çakmak ve Afet İnan’a okutup görüşlerini aldıktan sonra “Ben Bir İnkılâp Çocuğuyum” adını verdiği senaryonun çekilmesi için hazırlıklar başladı. İşin mali yönü hesaplandı. Filmin masrafları yüz bin lira tutuyordu. Bu rakam o dönemin koşullarında ortalama bir yerli filmin maliyetinin biraz üzerindeydi. Atatürk, filmi Münir Hayri Bey’in yönetmesini istiyordu, onu rejisörlük eğitimi için Almanya’ya gönderdi. Egeli, eğitimini tamamlayıp yurda dönünce filme başlandı. Ama Atatürk’ün sağlık sorunları ortaya çıkınca çekimler askıya alındı. Bilindiği gibi sonrasında ulu önderin sağlığı giderek bozulunca çekimlere bir daha geri dönülemedi. Atatürk’ün senaryo üzerine düştüğü “Bu senaryonun ruhuna sadık kalmak elzemdir.” notu, filmle ilgili coşku ve heyecanını açıkça gösterir. Bu film gerçekleşseydi Milli Mücadele dönemine ilişkin ilk elden, en isabetli kurmaca anlatılardan birini izleme şansımız olacaktı, belki de sinemamızın tarihi filmlerle kurduğu ilişki kökten değişecekti.

Ateşten Gömlek, 1923

Tabii kabul etmek gerekir ki Cumhuriyet’in ilk yılları sinemamızın hem teknik olarak hem de maddi kaynaklar açısından Avrupa ve Amerika’daki örneklerden epeyce geri kaldığı, üretimin zor olduğu ve kalifiye elemanların bulunmadığı zorlayıcı bir dönemdi. Başarılı bir Kurtuluş Savaşı filminin çekilememesinin nedenlerinden biri büyük ölçüde buydu. Ayrıca böyle bir film yapmayı düşünebilecek cesur ve yetenekli sinemacıları eğitmiş değildik. 1940’a kadar sinemamızda pratik anlamda etkisi görülen Muhsin Ertuğrul’dan başka yönetmen bulunmuyordu. Öyle ki savaşın hemen ertesinde Muhsin Ertuğrul, Halide Edip Adıvar’ın romanından Ateşten Gömlek’i (1923) çekmişti, bu filmde daha önce Fuat Uzkınay’ın belgelediği, Ordu Film Dairesi adına çekilen savaş görüntüleri de kullanılmıştı. Savaşın dinamik ruhunun etkisini hissettirdiği bir dönemde çekilen film aslında Türk halkınca çok sevilmiş, başarılı bulunmuştu. 1932’de yine Muhsin Ertuğrul’un yönettiği Bir Millet Uyanıyor da büyük ses getirdi ama ne hikmetse Kurtuluş Savaşı dönemiyle ilgili 1950’lere kadar başka film üretilmedi. (Bu arada Atatürk’ün bu film için kamera karşısına geçip siyah bir perde önünde konuştuğu aktarılır fakat çekilen görüntüler filmde kullanılmamıştır.)

1950 ile 70 arasında hemen hemen her yıl Kurtuluş Savaşı’yla ilgili filmlere rastlıyoruz ama bunların büyük kısmı ön planda yaşanan bir aşk ya da kahramanlık hikâyesine eşlik eden yan öyküler biçiminde işliyor. Bu dönemde yeni bir sinemacılar kuşağından yönetmenlerin, Atıf Yılmaz’ın Bu Vatanın Çocukları (1959), Osman F. Seden’in Düşman Yolları Kesti (1959) Memduh Ün’ün Ateşten Damla (1960) gibi filmlerini diğer yapıtlara nazaran daha derli toplu ve gerçekçi bulmak mümkün. Ayrıca Ertem Eğilmez 1966’da Bir Millet Uyanıyor’u uyarlayarak bu dönemde gelişen tarih bilincine önemli bir katkı koymuştu. Bir yandan mali açıdan böyle filmler çekmenin zorluğu, öte yandan konuyu çok geniş biçimde ele almanın bir buçuk saatlik bir film için epeyce imkânsız oluşu Kurtuluş Savaşı’nın layığıyla filme aktarılmasının önüne geçen sebeplerdi. Ne yazık ki sinemamız bu engelleyici durumu aşmayı yıllarca başaramadı.

1974’ten sonra doğrudan Kurtuluş Savaşı’nı konu alan bir sinema filmi yok. Fakat 1979’da Kemal Tahir’in muhteşem romanından uyarlanan sekiz bölümlük Yorgun Savaşçı dizisi ve 12 Eylül rejimi tarafından 1982’de dizinin yakılması olayı var. İşin ilginç yönü 1979 öncesinde Yorgun Savaşçı dizisinin yapılması için TRT’ye büyük destek veren Kenan Evren’in dizi bittikten sonra gösterilmeden yakılmasına karar vermiş olması. Bu vahim eylemi ifa etmek için, Atatürk’ün ve Kurtuluş mücadelemizin kötü aktarılması, Çerkez Etem’in övülmesi gibi gerekçeler gösterilmiş. Filmin bütün negatifleri yakıldığı için tekrar basım şansı yok. Fakat komisyondaki iki üye, kurulu bir nüshanın saklanmasına ikna etmiş. Tekrar basılamayacak bu pozitif kopya 1993’te televizyonda gösterilmişti.

Bu arada 1922’den 1987’ye kadar yapılmış Kurtuluş Savaşı’nı konu alan 60’ın üstünde filmin hiçbirinde Atatürk’ün canlı bir karakter olarak yer almaması ilginçtir. Aslında farklı zamanlarda ünlü yapımcılar, Atatürk’le ilgili projeler hazırlamış, yaşamını canlandırmak istemişler fakat bu projeler bir türlü hayata geçirilememiş. Douglas Fairbanks, Yul Brynner hatta yakın zamana kadar Brad Pitt gibi oyuncular ve bizden Ahmet Mekin gibi çok değerli isimler bu role uygun kişiler olarak düşünülmüş. Tabii bu projelerin hayata geçmeme nedenleri arasında devletin bir Atatürk filmi çekilmesiyle ilgili uyguladığı üstü örtük kaygı ve sınırlamaların da etkisi olduğu unutulmamalı. Atatürk’ün varlığına dair bir tür tabulaştırmanın getirdiği zorluklar, söz konusu dönemlerde sinemacıların cesaretini kırıyordu. Yine de 80’lerden itibaren bu konudaki katı tutumu esnetecek denemelere girişildi. Bunlar arasında Kültür Bakanlığı’nın 1981’de Belçikalı bir ekibe yaptırdığı filmi anmak gerek. Ata’nın doğumunun yüzüncü yılı nedeniyle Belçikalı yönetmen Marc Mopty’ye yaptırılan “Atatürk” adlı bu filmde ilk kez bir oyuncu Mustafa Kemal rolünde karşımıza çıkıyor. (Aslında 1970’te çekilen savaş-macera filmi “-Paralı Askerler [You Can’t Win Em All] kurmaca bir filmde açıkça belirtilmese de Atatürk’ü gördüğümüz ilk film ama bambaşka bir konuyu ele alışı ve ulusal mücadelemizi sıradan macera filmi kalıplarında anlatışından ötürü ‘ilk’ saymak içimizden gelmiyor.) Bu film belgelerden, fotoğraflardan, harita ve şemalardan oluşan dramatik-belgesel türünde bir yapım. Ne ki beğenilmemiş ve gerektiği gibi gün yüzü görmemiş. Dolayısıyla bu istisna deneme haricinde, 1987’de Ziya Öztan, Ateşten Günler adlı dizi projesini hayata geçirene dek kimse Atatürk’ü perdeye ya da ekrana yansıtma cesareti gösterememişti. Bu dizide Atatürk Metin Belgin tarafından canlandırılmıştı. 1991’de Samsun’a Uzanan Yol – İlk Adım adlı dizide Lemi Bilgin’i ve ardından Feyzi Tuna’nın yönetmenliğini yaptığı Metamorfoz'da Mahir Günşıray’ı Atatürk rolünde görürüz. Fakat bunlar ekran süresi olarak da kısa rollerden öteye geçmemiştir.

Atatürk’ün Kurtuluş mücadelesi içinde bütün hikâyesiyle bir ana kahraman olarak yer aldığı ilk yapım Turgut Özakman’ın senaryosundan çekilen Kurtuluş (1994) olmuştu. Yazının başında da belirttiğim gibi bu dizi her ne kadar resmi tarihin belirlediği sınırları aşmaktan çekinse ve daha çok tarihsel olayların görselleştirilmesi olarak ele alınsa da bence şu ana kadar Kurtuluş Savaşı ile ilgili yapılmış en gerçekçi ve etkileyici yapıt. Biliyorsunuz, Özakman’ın bir bölümü diziye de kaynaklık eden oldukça geniş çalışması, sonradan Şu Çılgın Türkler adıyla yayımlanmıştı. Ziya Öztan’ın yönettiği bu altı bölümlük dizi, bir parça didaktik bulunabilir ama görkemli setleri, bir dönemin sinema ve tiyatrosuna emek vermiş muazzam oyuncu kadrosu ve Muammer Sun imzalı görkemine yaraşır müzikleriyle günümüzde dahi aşılabilmiş değil.

Vatanım Sensin

Bugün teknik olanaklar üst düzeyde, büyük bütçeli bir film çekmek işten bile değil. Dahası resmi tarih ideolojisini nesnel biçimde inceleyip tartışmaya açmak da mümkün ama yönetmenlerimiz Kurtuluş Savaşı üzerine hâlâ tutarlı ve güçlü bir film kotaramıyor. Muhtemelen bu tarihsel sürecin müthiş incelik ve ayrıntılarla dolu oluşu ve ele alınan dönemin gerçek anlamda bilinmemesi bunda önemli etken. Ama özellikle Can Dündar’ın 2008’de hazırladığı Mustafa belgeselinden sonra Atatürk ve Milli Mücadele dönemi hikâyelerine daha yakından bakılır oldu. Dündar’ın filmi epey fırtına koparmış fakat Atatürk’ün tabu hâline getirilen kişiliği ve yaşamı hakkında daha geniş ve nesnel bir merakın da oluşmasını sağlamıştı. Tabii tarihi filmlerimizde Mustafa Kemal daha sık karşımıza çıkmaya başlasa da Kurtuluş Savaşı’na dair anlatıların sayısı hâlâ yetersiz. Örneğin Kenan İmirzalıoğlu’nun başrolünde olduğu çizgi roman uyarlaması Son Osmanlı Yandım Ali (2006) ülkenin işgal sürecinde düzenli orduya destek vermeye çalışan çetecileri ele alan, biraz Hollywoodvâri bir yapımdı ve arka planda Kuvayı Milliye sürecine bakıyordu. Yine Turgut Özakman’dan uyarlanan Dersimiz Atatürk (2009) ve Zülfü Livaneli’nin başarılı yönetmenliğiyle öne çıkan Veda (2010) Atatürk’ün yaşamını geniş bir tarihsel süreç içinde anlatırken Kurtuluş Savaşımızın belli bölümlerine yer veriyordu. Son dönemde epey ses getiren uzun soluklu bir televizyon dizisi olarak Vatanım Sensin’i de anmak mümkün. Yunan ordusuna sızan bir Türk subayının kahramanlığını ele alan dizide Mustafa Kemal’i bizzat görmesek de Kurtuluş Savaşı’na İzmir’den verilen desteğin hikâye edildiği kısımlar oldukça etkiliydi. Elbette önümüzdeki süreçte yeni projeler kapıda. Dijital platformlar için çekilen kimi dizilerde Milli Mücadele dönemine ilişkin anlatılar yer alacak kuşkusuz. Yakında Aras Bulut İynemli’nin Atatürk’ü oynayacağı büyük bütçeli bir proje gelecek örneğin. Ama tüm bunlara rağmen Kurtuluş Savaşı’nı taktiksel yönleri, sosyal ve ekonomik etkileriyle, köylünün, askerlerin psikolojilerini gözeterek içeriden ve güçlü biçimde anlatmayı deneyen birileri hâlâ çıkmıyor. Oysa tam da ulusal birlik ve beraberliğe gereksinim duyduğumuz bu zorlu dönemde Milli Mücadele’nin gücünü ve değerini duyumsatan gerçekçi ve yoğun bir film çekilse ne güzel olur. Umarım böyle bir filmi, nitelikli okuma yapmış, duyarlı ve Türk ulusunun değerlerini bilen bir yapımcı ve yönetmenler grubu çekmek için uğraşır. O film çekilene kadar bize düşen görev de o direniş ve mücadele ruhunu daha da güçlenen bir iradeyle daima yaşatmak olacaktır.

YARARLANILAN KAYNAKLAR:

Kurtuluş Savaşı ve Sinemamız, Erman Şener, İstanbul: Ahmet Sarı matbaası, 1970

Gazi’nin Sineması, Ali Özuyar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2021

Editör: Haber Merkezi